Ankara, siyasetin kalbinin attığı merkez olduğu kadar, her türlü fikri cereyanın da aksülamel bulduğu bir yerdir. Hal böyle olunca İstanbul'daki Gezi protestosu, neredeyse eş zamanlı olarak başkent bulvarlarına sirayet etmişti.
Kızılay, Sakarya Caddesi ve hele de Kuğulu Park...
Samimi olarak çevre için protesto edenlerden çok, marjinal örgütler köşe başlarını tutmuştu.
Yani protestonun adı Gezi'ye destekti ama çoğunun Gezi filan umurunda değildi.
Recep Kapucu ve Cemal Şengel'le Sakarya Caddesi'nden Kızılay'a yürürken nasıl olduysa oldu bir anda kendimizi göstericiler ile polislerin arasında bulduk.
Göstericiler araba lastikleri, çöp bidonları ve çevreden söktükleri malzemelerden oluşan barikatlar kurmuşlardı. Polis uzakta hazır vaziyette bekliyordu. Nasıl ki göstericiler barikatları ateşe verdilerse bir anda sanki de küçük kıyamet koptu. Çevik Kuvvet ekipleri çok sert bir müdahale ile göstericilere saldırdı.
Polis; cop, tazyikli su ve biber gazı sıkıyordu, protestocular da molotof kokteyl, parke taşı ve çevre dükkanlardan elde ettikleri sert cisimleri ekiplerin üzerine atıyordu.
O sırada çevrede ne kadar insan varsa atılan taşlardan, sıkılan biber gazından birinci derecede zarar görüyordu. Yaşlı bir kadın alevlerin içerisinde kaldı, Toma vaktinde yetişip su sıkmasaydı kadıncağız belki de binlerce insanın gözü önünde cayır cayır yanacaktı.
Başka bir noktada ise, göstericilerin üzerine sıkılan tazyikli su hedefini tutturamayınca, iki çocuğu ile oradan geçen kadını metrelerce yerde sürüttü. Çocuklar başka yere anne başka yere savruldu.
Biz kendimizi güç bela bir ara sokağa atabildik. Emniyette olduğumuzu düşündüğümüz bir anda polis aracından sıkılan biber gazı ile neye uğradığımızı şaşırdık. Birkaç saniye içinde, bir adım önümüzü göremez ve nefes alamaz duruma geldik.
Göstericiler her türlü mücadele biçimine hazırlıklı oldukları için, atılan biber gazı neredeyse onları etkilemiyordu. Çünkü yüzlerinde gaz maskesi, ceplerinde limon ve ilaçlı sular var. Polis gazı sıkar sıkmaz onlar da anında ilaçlı suyla gözlerini yıkıyorlar ve taş atmaya devam ediyorlar.
Bu duruma karşı hazırlıklı olmayan binlerce vatandaş ise, çaresizce yardım dilenip duruyor.
Bulunduğumuz sokak birkaç saniye içinde öyle yoğun bir gaza maruz kaldı ki, budur ölüyoruz diye düşünmeye başlamıştık. Bereket, kapısı açık bir apartmandan içeri dalmayı akıl edebilmiştik.
Merdivenleri ikişer üçer çıkarak binanın üst katına ulaştık. Orta yaşlı bir kadın kapıyı açarak bizi içeri aldı.
Her birimiz bir koltuğa düştük. Durumumuz gerçekten de feciydi, hem gözlerimiz acıdan yanıyordu, hem de nefes almakta zorlanıyorduk. Sağolsun hanımefendi bize lavabonun yeri gösterirken, "suyu sakın gözlerinize vurmayın sadece ağzınızı yıkayın" dedi.
Bir saate yakın kaldık o dairede, sonra öğrendik ki orası bir dersane ve o kadıncağız da dersanede öğretmenmiş. Günlerden beri aynı tabloya tanık olduğu ve olayları bizzat yaşarak gördüğü için bu tür durumlara hazırlıklıymış.
"Hemen dışarı çıkarsanız yine gaza maruz kalırsınız. Bu gazın dağılması bazen bir saat bazen de rüzgar olmuyorsa birkaç saati buluyor" dedi.
Haklıydı. Bir saat sonra dersaneden çıktığımızda sokak gazın etkisindeydi.
Oradan hızla uzaklaştık ve daha emniyetli bir noktaya ulaştık. Bir polis müdürüne rastladık ve yaşadıklarımızı anlatıp daha özenli davranılamaz mı deyince, polis şefi güldü ve "belli ki siz yabancısınız; biz de aynı gaza ve tazyikli suya maruz kalıyoruz. Dua edin ki taşlara hedef olmadınız. Daha beş on dakika önce bir müdür arkadaş göstericilerin attığı taşla hastanelik oldu. Şu an da yoğun bakımdaymış" deyince sustuk.
Etrafta insanlar şuursuzca sağa sola kaçışıyordu. En çok da çocuklar ve kadınlar çaresiz durumdaydı.
Fakat göstericiler öyle çılgın ve gözü dönmüş kimselerdi ki, mağazaların camlarını vitrinlerini dağıtıp ele geçirdikleri her şeyi ateşe veriyordu.
Televizyonlar bu manzarayı çekince ve bu görüntüler de yabancı ajansların eline geçince, Türkiye dışarıda iç savaş yaşıyormuş gibi görünüyor.
Bizim tanık olduğumuz olaylarda, göstericilerin muradı ne demokratik bir talepte bulunmaktı, ne de hak aramaktı. Çok açıkça belliydi ki yakıp yıkmak için sokağa çıkmışlar ve Gezi işin bahanesi...
Bunu, Kuğulu Park'taki manzaraya dayanarak söylüyorum.
Çünkü birkaç saat sonra gazeteci dostlarla Kuğulu Park'a gittiğimizde işin rengi bambaşkaydı. Son derece medeni insanlar kimseye zarar vermeden, etrafı kırıp dökmeden park içinde eylem yapıyorlardı.
Ellerinde pankartlar ve bayraklar vardı. Hemen önlerinde de belli düzen içinde konuşlanmış polis ekipleri...
Ne polis onlara gaz sıkıyordu, ne de onlar polise taş veya şişe atıyorlardı.
Ortada bir protesto vardı ama dışarıdan bakınca manzara daha çok bir panayır ortamını anımsatıyordu.
Kimse kimseye karışmıyor, kimse kimseye dayatmada bulunmuyordu.
Zaten kimse kimseyi de tanımıyordu bile...
Neyse ki Kızılay ve Sakarya caddelerindeki militanlar Kuğulu Park'a sızamamışlardı.
Polis de bu endişeyi taşıdığı için olağanüstü dikkatliydi.
Gecenin ilerleyen saatinde acaba durum nedir diyerek bu kez araçla Sakarya Caddesi'ne uğradık.
Etrafta polis araçları ve tek tük yoldan geçenlerden başka kimse yoktu.
Fakat her yer yangın yeri gibiydi.
Hala yanmaya devam eden otomobil lastikleri, camı çerçevesi indirilmiş mağazalar, taşları sökülmüş kaldırımlar ve genzinizi yakan gaz kokusu...
"Tam 20 gündür halimiz bu" diyordu, köşe başındaki büfe sahibi...
Esnaf perişan, vatandaş çaresizdi.
Polis tahammülünün sınırında, göstericiler azgınlıkta hudut tanımaz haldeydi.
Ankara'daki bu manzara, demokrasi kuralları içinde izah edilecek türden değildi.
Çünkü hak aramak ve itiraz etmek tali derecede bir önemdeydi. Adamların önceliği yakmak ve yıkmaktı.
Buna tanık olduk...