Güniz Sokak’taki evinde, Meclis bünyesinde kurulan “Darbeleri Araştırma Komisyonu”na konuşan Demirel, yine yapacağını yaptı:
“28 Şubat’ı sorgulayanlar, birileri de gelir onları sorgular!”
Başbakan Erdoğan, Demirel’in bu sözlerine, “çok yazık” diyerek tepki gösterdi ve “bu ülkede yapanın yanına kar kalmayacak” dedi.
Başbakan
Erdoğan'ın, sert eleştirilerine, "Kambersiz düğün olmaz" diye cevap
veren Demirel, hâlâ siyasetin gündemini oluşturabiliyor.
Siyaset arenası onsuz yapamıyor!
İlerlemiş
yaşına rağmen Demirel, hâlâ çok aktif ve olayların içinde... Baksanıza
O'na destek vermek için birileri eylem yapıyor ve "sahipsiz" olmadığı
mesajı veriyor. Tamam, miadı doldu belki ama kabul edelim ki Demirel,
Türk siyaset hayatının en önemli figürlerinden biridir. Çünkü yakın
tarihimiz O'nu anlatan sayfalarla dolup taşmakta...
Şayet Demirel
şöyle yetmişli yaşlarda olsaydı, eski Cumhurbaşkanı olmasına bakmadan,
tıpkı İnönü'nün yaptığı gibi yeniden partisinin başına geçebilirdi. Ama
artık çok geç... Çünkü köprülerin altından o kadar su akıp gitti ki,
Demirel'in dönemi çoktan kapandı.
Bakmayın siz hakkındaki
eleştirilere sıcağı sıcağına cevap yetiştirmemesine, esasında O, bu
ülkenin tanıdığı en büyük polemik ustalarından biridir.
Son
günlerdeki bu tartışmalar yani Demirel üzerine gelişen siyaset, bize
eski ama çok meşhur bir hikâyeyi hatırlattı. İstedik ki, o hikâyeyi bir
kez daha hatırlayalım...
İşte Demirel'i anlatan küçük bir anı...
Her
ne kadar kendisi "asla böyle bir şey olmamıştır" dediyse de, şuyu
vukuunu geçti misali, senelerdir tekrarlamaktan bıkmadığımız bir Demirel
hikâyesi vardır hani... Son zamanlarda, "sahipsiz memleket" ya da,
"siyasi temsil gücümüz yok" şeklinde artık nakarat haline getirdiğimiz
serzenişlerin artması, bize birinci elden tekzip edilen o meşhur
hikâyeyi hatırlattı.
Demirel, Başbakandır. Ankara'ya illerden
heyet akını var. Öyle ki, aşırı kalabalık sebebiyle Demirel birkaç ilin
heyetini birlikte içeriye alıp, dertlerini yahut taleplerini dinliyor.
Böyle bir ortamda, özel kalem müdürü Başbakan'a, "Efendim Erzurum heyeti
beklemekten ötürü hayli huysuzlaşmaya başladı; ne yapalım?" diye
soruyor. Huysuzluk etmenin siyasi literatürdeki karşılığının çoğu kez
"partiden istifa" şeklinde tezahür ettiğini iyi bilen Demirel, hemen
talimat vermiş:
"Erzurum heyetini derhal içeri alın. Onların işi
uzun sürmez. Çünkü ya valinin tayinini ya da bir bölge müdürü sürgünü
isterler. Nasıl olsa yatırım veya fabrika istemiyorlar."
Demirel,Cumhurbaşkanı iken geldiği Erzurum'da, kendisine bu hikâyeyi
hatırlatıp, "Efendim gerçekten böyle mi demiştiniz?" diye sormuştum,
Vali'yi ziyareti sırasında...
Mademki bugüne kadar birisi çıkıp,
"Ben o heyet içerisindeydim ve söylendiği gibi bu hadise
gerçekleşmiştir" demediğine göre, yani aksinin ispatı mümkün olmadığı
için; Demirel'in "Hayır; öyle bir bakışımız asla olmadı. Öyle olsaydı,
Erzurum'daki bu kamu yatırımlarında bizim harcımız, bizim mührümüz olur
muydu hiç?" şeklindeki cevabını "esas" almak zorundayız.
Fakat ne
var ki, bazı hadiseler gerçeğin aksine tevatür olarak dilden dile,
yıllardan yıllara geçiyor. Erzurum halkı olarak galiba biraz da
"şoşartma"yı seviyoruz. Baksanıza son yılların "siyasi temsil gücümüz
yok" biçimindeki moda sözü, öylesine "genel kabul" görmüş ki, gazete
sayfalarının dışında, sanal ortamda da sihirli sözcük gibi, şifre açıp
şifre kapatıyor!
Erzurum'un, sosyal, ticari, siyasi ve de
kültürel açıdan olması gereken yerle, bulunduğu noktayı mukayese etmek
ayrı şey, her olumsuzluğun karşısında tüm faturayı iktidara kesmek başka
bir şey... Daha açık bir ifadeyle, şehir halkı olarak tüm
beceriksizliğimizi, çukuruna düştüğümüz atalet illetini, birbirimizin
kanını emsek doymayacağımız düzeydeki kıskançlığımızı ve korkaklığımızı
saklayıp; karanlıkta ıslık çalan adam misali sabahtan akşama kadar
siyasete sövmeyi bir meleke haline getirdik.
Elbette, siyaset
mekanizmasının eleştirilecek ve sorgulanacak tarafları var. Erzurum
milletvekillerini tek tek ele alıp, seçildiklerinden buyana ne yapıp ne
yapmadıklarını irdelemek hem basının hem de kamuoyunun hakkıdır. Ancak
toptancı bir mantıkla, "sahipsiz memleket" deyip işin içinden sıyrılma
çabası, kendi sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz.
Nedir bu
"sahipsiz memleket" kavramının zamirinde yatan gerçek? Ve ya "Erzurum'un
siyasi temsil kabiliyeti çok zayıf" derken, neyi murat ediyoruz?
Sanki
yüzlerce renk yokmuşçasına, siyah-beyaz arasında gidip geliyoruz.
Dikkat ediyor musunuz son beş dönemdir toptancı bir mantık
içerisindeyiz.
"Birileri gelir bizi kurtarır" anlayışı ile rey
kullanıyoruz. Sonra da, bir türlü o "kurtarıcı" gelmeyince, başlıyoruz
feveran etmeye... Hâlbuki şapkamızı önümüze koyup, "Bireysel
sorumluluklarımız nedir, bir seçmen olarak nelere dikkat etmeliyiz,
şehrimizin sorunlarını en iyi kim biliyor ve çözüm önerileri akla uygun
mudur?” şeklinde bir soru sormuyoruz kendi kendimize...
İşler sarpa sarınca da , "vur abalıya" ediyoruz.
Hele
kerameti kendinden menkul bazı tipler var ki, aman Allah'ım; sanırsınız
kendisi işini bihakkın yapan kişidir, o yüzden siyaset makamını gönül
rahatlığıyla eleştiriyor. İçi boş, anlam fukarası kalıplaşmış laflarla
Ankara'ya vurmak, bize bir mesafe aldırmıyor.
Bu şehrin tüccarı,
sivil toplum önderleri, aydınları, yazar-çizerleri ve önde gelenleri
halkın önüne çıkıp, vicdan rahatlığıyla "bizler görevimizi layıkıyla
yaptık" diyebilirler mi?
Mutlak "ret" yahut mutlak "kabul"
çizgisinde değiliz. Elinden gelenin fazlasını da yapanlar var, sırtüstü
yan gelip yatanlar da...
Bu şehrin eli kalem tutan, söyleyecek
sözü olan insanları olarak, önce şu kalıplamış içi boş sloganları terk
etmeliyiz. Sonra da, "senin davan, benim davam" şeklindeki nefsi kavgayı
bırakıp, kriz histerisi bataklığından çıkmalıyız. Kurtuluş, "ortak akıl kavşağı"nda buluşmakta saklıdır.
Mademki, "iki el, bir baş içindir" ise, işte, el de bizde, baş da bizde...
İnanın ki, gerisi lafı güzaftır.
Kim
bilir, belki de Demirel nezaketinden "yok öyle bir şey" diyordur.
Baksanıza bugün olmuş biz Erzurumlular hâlâ nasıl küçük şeylerle ve
basit konularla meşgul oluyoruz.