İnsanoğlunun yeryüzüne ayak basmasıyla çevrilmeye başlayan tarih yaprakları içerisinde, ülkelerin, toplumların, şehirlerin ve insanların unutamayacakları çok özel günler kuşkusuz vardır.
12 Mart 1918: güzel şehrimiz Erzurum’un düşman istilasından kurtuluşu.
12 Mart 1921: İstiklâl Marşımızın kabulü.
12 Mart 1955: Atatürk Üniversitesi’nin Erzurum’da kurulması kararının Bakanlar Kurulu’ndan geçtiği gün gibi.
12 Martlar bize; esaretten kurtulup toprağımıza kavuşmamızı, hür ve bağımsız bir devlet kurmamızı ve “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünün hayata yansıtılmasını hatırlatmaktadır.
Sevinç ve gururla bağrımıza bastığımız 12 Martların aksine, 12 Mart 1971 muhtırası gibi darağaçlarına körpe fidanların çıkarıldığı, ülkede kardeş kavgalarının kanlı geçmişini hatırlatan, hüzün ve gözyaşı veren, içimizi sızlatanları da vardır.
Dünyada 1968 yılında başlayan öğrenci hareketlerinin ülkemize taşınmasıyla birlikte ateşlenen olaylar zinciri, sağ – sol, devrimci – ülkücü kutuplaşmaları ile uzun yıllar devam etmiş, nice gençler toprağın kara bağrına, niceleri de zindanlara düşerek istikballerini kaybetmişlerdi.
Kardeşin kardeşe kurşun sıktığı bu olayları seyredenler, 1980 yılında düğmeye basarak bu eylemlere son vermişlerdi.
Olayların sorumluları olarak daha bıyıkları terlememiş gençlere suçlar yüklenmiş, dayak, işkence, hapis ve idam cezaları ile önemliler kendilerini temize çıkarmışlardı.
Kimseler çıkıp da bu kaybolan yılların asıl sorumluları kim diye sormamıştı, soracağız diyenlerde, ne gariptir ki cuntacıların isimlerinin verildiği bir iki levhayı kaldırmakla yetinmişlerdir.
Karlı bir kış günü şehrin sokaklarında yürürken, tesadüfen genç bir esnafın dükkânına yolumuz düşmüştü.
Gözüm duvardaki üniversite diplomasına takılmış, diplomadaki resmin dükkân sahibine ait olduğunu anlayınca aramızda sıcak bir sohbet havası esmiş, yudumladığımız çaylarla birlikte muhabbet derinleşmişti.
Üniversiteyi bitireli birkaç yıl olduğunu ifade eden genç, işsizlikten dolayı serbest ticarete atıldığını ve hoşnutsuzluğunu dile getirince, kendisine yine de çok şükretmesi gerektiğini hatırlatıp, anarşinin ve şiddetin olmadığı bir üniversite hayatı yaşadığı için şanslı olduğunu söylediğimde, gencin: “Evet abi; haklısınız, eskiden sağ – sol diye bir şeyler varmış.” sözleri ile donup kalmıştım.
Ülke olarak yaşadığımız o sıkıntılı günler, solan hayatlar, silahların susmadığı, şehirlerin yakılıp yıkıldığı sancılı seneler, bu kadar mı basite indirgeniyordu? “Balık hafızalı toplum” olmak böyle bir şeydi demek.
1980 öncesi olaylarının canlı tanığı olarak bu cevap beni oldukça derin yaralamış, geçmişle ilgili bir takım olayları tekrar hafızamda canlandırmıştı.
Solun efsane ismi Deniz Gezmiş ile ülkücü camianın önde gelen isimlerinden Haluk Kırcı, Erzurum toprağının emzirdiği isyan ruhlu kişilikler olarak bilinirler.
Her ikisi de antiemperyalistti, yürekli, cesur ve yurtseverdiler.
Zengin tabakanın, ayrıcalıklı ailelerin çocukları da değillerdi.
Biri “Bağımsız Türkiye” derken, diğeri “Milliyetçi Türkiye” diye haykırıyordu.
Biri ülkesinin Amerikan emperyalizmine gireceğinden, diğeri Sovyet Rusya’nın ülkesini ele geçireceğinden endişe ediyordu.
Öyle inanıyorlardı.
Onlar; ülkelerinin geleceği için endişe duymuşlardı, birbirlerini belki tanımamışlardı, ama birbirlerini ülkeyi satmakla suçlamışlardı.
Oysa asıl suçlular, bu gençlere sahip çıkmayan, onların seslerine kulak vermeyenler, ateşin üstüne benzinle gidip, gençleri kutuplaştırıp, ellerine silah verenler değiller miydi?
Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı, elinde tankı, topu, tüfeği, uçakları olan ve koskoca bir ordusu bulunan devleti yıkmaya teşebbüsten idam edildiler.
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu 7,5 sene hücrelerde yatırılmış ve “Pardon” denilerek, tahliye edilmişti.
Haluk Kırcı 22,5 sene yattı, “Cezamı çektim, şimdi vicdani cezamla baş başayım.” dedi, şimdi tekrar zindanda, iki buçuk yıl daha yatacağı söyleniyor.
Aradan yıllar geçmesine rağmen dün gibi hatırlamaktayım, yıl 1977 yaz aylarıydı, okulumu bitirmek üzereydim, Haluk Kırcı Ankara’ya okumak için gelmişti, kendisini ve ailesini Erzurum’dan tanıyorduk, ülkesinin değerlerine bağlı, namuslu, fukara bir ailenin çocuğu olduğunu biliyorduk.
Ankara’nın yakıcı sıcağında, üzerine giydiği yeşil renkli kışlık boğazlı kazağıyla hatıramda kalan, mahzun, utangaç halini nasıl unutabilirim.
Haluk, okumak için gelmişti, yaşı 18 veya 19 civarıydı, cebinde parası pulu yokken, bu olayların içerisine onu hangi el atmıştı?
Yargılandı, cezasını çekti ve çekiyor, asıl cezayı çekmesi gerekenleri herhalde hiçbir zaman öğrenmek mümkün olmayacak!
Başlarından geçen onca olayın sorumlusu Haluk muydu, Deniz miydi, acep kimdi?
Hani Temmuz’da bir referandum yapıldı, hesaplar sorulacaktı, ileri demokrasi gibi laflar ediliyordu.
“Ne tekim” değişen bir şey olmadı.
30 bin insanımızın katili İmralı’da sırça saraylarda ağırlanırken, 1980 öncesi olaylarda kaybettiğimiz 5000 gencin hesabı ortada kalmaya devam edecek gibi gözüküyor.
Konumuz 12 Martlarla ilgiliydi, devam edelim:
12 Mart 1947; ABD başkanı Truman, Türkiye ve Yunanistan üzerinde baskı kurmaya çalışan Rusya’ya karşı, Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolar yardım yapmayı ve bu iki ülkenin askeri ve sivil personelini eğitmeyi içeren kararı ABD Senatosu’ndan geçirdiği gün olarak bilinir.
12 Mart 1991; Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Rusya Devlet Başkanı Gorbaçov ile “Dostluk ve işbirliği” anlaşmasını imzaladıkları, diğer bir 12 Mart tarihli gündür.
Kısaca 12 Martlar bize sevinci, hüznü, gururu ve acıyı hatırlatmaktadır.
İlerleyen yılların takvim yapraklarında 12 Martlar ne getirir ne götürür, onu da Allah bilir.