Erzurum, pek çok yanı ile ( hem de ciddi çapta) “kayda değer” bir şehir olmakla beraber, ne yazık ki kendi elleriyle yetiştirdiği mankurtları yüzünden, bir yanıyla da kendi evlatlarını yiyen bir şeh
Niye böyle düşündüğümüze dair uzak ve yakın tarihten onlarca örnek verebiliriz. Lakin sözü fazla uzatmaya lüzum görmediğimiz için, şu iki örnekle iktifa edeceğiz.
Malumunuz bir süre evvel Cemal Gürsel Stadyumu’nun adı, bilmem kaçıncı defa değiştikten sonra, nihayetinde Kazım Karabekir olmuştu.
O günlerde de yazmıştık.
Evet; Kazım Karabekir “Doğu Fatihi”dir ve bir devrin sönmeyen yıldızlarındandır. Fakat Cemal Gürsel, yani namı diğer “Cemal Aga” da bu toprakların evladı ve bu iklimin çocuğuydu. Talihsiz bir dönemde reisi cumhur olmakla beraber, esasında bizzat darbeci ve cuntacı değildi.
Cemal Gürsel adı, otuz yılı aşkın süre o stadın adı olarak orada durdu. Sonra ne olduysa oldu, sözde “ileri demokratlar” bu isimden acayip derecede rahatsız oldular ve bir kalemde silip attılar. Oysa Cemal Paşa, bu şehrin bir parçası ve en önemlisi de değeriydi.
Erzurum’da sanki “Kazım Karabekir” adı hiçbir yerde yokmuşçasına, bir de stadyuma verildi. Oysa, aynı ad’la fakülte, mahalle, cadde ve de okul vardı.
Şimdi kimin söylediğini hatırlayamadığım bir sözde şöyle deniliyordu:
“Tanrı adaletini ve hükmünü sürdürmek için yeryüzündeki en iyi insanları seçti. Yeryüzündeki en kötü insanlar ise, kendi saltanatlarını sürdürmek için Tanrıyı kullandı.”
Ben zannetmiyorum ki Ankara Cemal Gürsel adından rahatsız olmuş olsun, çünkü pek çoğu zaten o adı belki de bilmiyordur bile… Ama gelin görün ki içimizdeki mankurtlar anında “durumdan vazife çıkarıp”, güya bazı mahkemelere selam çakarcasına, Cemal Gürsel’i sildiler. Yerine öyle bir isim yazdılar ki, hiçbir Erzurumlunun itiraz etmesi mümkün olmadı. Halbuki onlar Kazım Karabekir’i de iyi tanımazlardı. Yeter ki, o selam yerini bulsun. Yani “ bakın, biz darbecilerin isimlerini nasıl kazıdık” demek istediler.
Başardılar da…
Kimseden, en azından kolektif bir tepki olmadı. Demedik ki, “yahu Cemal Aga öyle sandığınız bir darbeci değildir, hatta darbeci bile değildir. O bu şehrin evladıdır ve tarih boyunca bu şehirden çıkmış bir cumhurbaşkanıdır.”
Baktılar ki bu şehre ne versen yutuyor, yiyor!
Dediler ki bari elimiz değmişken bir de şu Mehmet Nuri Yılmaz adını silelim…
Nitekim sildiler de!
Peki kimdir bu Mehmet Nuri Yılmaz?
Bilen biliyor da biz bilmeyenler ya da gözlerini ve gönüllerini bilmemeye programlamış körler için söyleyelim:
Mehmet Nuri Yılmaz, yanı nam-ı diğer “Cambazın oğlu”…
Özbeöz Erzurumlu’dur.
1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, Mehmet Rıfat Börekçi ‘den(17 yıl) sonra en uzun süre ile (11 yıl )Diyanet İşleri Başkanlığı yapan çok muhterem bir hemşerimizdir.
Erzurum, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde üçü şeyhulislam, ikisi diyanet işleri başkanı olmak üzere, beş isim yetiştirmiş bir şehirdir.
Osmanlı da, Musa Kazım –ki, aynı zamanda iyi bir şairdir- ve Tortumlu Feyzullah Efendi meşaik makamında bulunmuş kişilerdir. (Şeyhulislam’lık makamında bulunan üçüncü bir hemşerimiz daha olmasına rağmen, ne yazık ki şimdi adını hatırlayamadım. Şayet Fevzi Budak Erzurum’daysa, illa ki bu yazıyı okur ve illa ki o güçlü hafızasıyla o üçüncü hemşerimizin adını bize söyler) Cumhuriyet tarihinde ise, iki büyük isim bu yüksek makamda “Erzurumlu” namıyla bulundu:
Ömer Nasuhi Bilmen, (görev süresi toplam 8 aydır)
Ve Mehmet Nuri Yılmaz, (görev süresi 11 yıldır)
Ömer Nasuhi Bilmen merhumu, genç yaşta tahsil için çıktığı Erzurum’a, 34 yıl sonra, bir yakınının cenazesi nedeniyle dönmüş bir büyüğümüzdür. Kuşku yok ki alimdir; başka eserlerinin yanı sıra ilmihal sahibidir ve bir devrin sözü dinlenir ismidir. Hayli uzun sakalı ve silindir biçimindeki fötr şapkasıyla dikkatleri üzerinde toplayan hemşerimiz, bu şehrin çok değerli bir evladıdır.
Bu sebepledir ki geçmiş yönetimler, Ömer Nasuhi Bilmen adını, işhanından tutunuz da cami ve caddeye kadar pek çok yere verdi.
İyi de yaptılar.
Gelelim Mehmet Nuri Yılmaz’a…
Biz Ömer Nasuhi Bilmen dönemine yetişmedik. Lakin Mehmet Nuri Yılmaz dönemini de kelimenin tam anlamıyla göbeğinde yaşadık.
O, Erzurum’daki eski vaiz… Öyle bir nam salmış ki, kimse O’nu kendi adıyla neredeyse tanımıyor. Varsa yoksa “Cambazın oğlu”
Sonra Kültür Bakanı Rıfkı Danışman’ın müşaviri…
Sonra, aradaki pek çok vazifesinin dışında Çankaya Müftüsü…
Ve nihayetinde de “Reis Bey”, yani Diyanet İşleri Başkanı…
Hani Erzurum’da bir söz vardır: Karnına vursanız benim ekmeğim çıkar” diye…
Şu an da Diyanet camiasında öyle üç beş kişi değil, onlarcasının ve de yüzlercesinin karnına vursanız Mehmet Nuri Yılmaz adı çıkar.
O, hem alaylı hem mekteplidir.
O, meal yazmış bir büyük alimdir.
O, 28 Şubat Süreci gibi o melun zamanda ne kişiliğinden ne de dini emirlerden ödün vermeden, o günkü egemenlere karşı hakikatleri söylemiş, yani Allah’ın hatırını en yüksek tutmuş bir hemşerimizdir.
Popülizm yapmadı, şovmen olmadı, dalkavukluk etmedi.
Onbir yıl boyunca o yüksek makamda otururken, adam gibi adam oldu.
Ne Patrikhaneye giderken eğilip büküldü, ne de Cemevi’ne gitmekten gocundu.
Hani şimdi muhterem reis bey diyor ya, “Patrikhaneye de cemevine de ilk ben gittim”
Heyhat ki, bu ülkenin basını da balık hafızalı, teşkilatları da…
Biliyorsunuz geçen yıl, Ankara’ya şirin gözükmek isteyen kraldan çok kralcılar, Mehmet Nuri Yılmaz adı verilen eğitim merkezinin adını değiştirdiler:
Ömer Nasuhi Bilmen…
Demek istediler ki, bu merkeze Ömer Nasuhi Bilmen ismi layık değil mi?
Palavra…
Adamların derdi elbette ki Ömer Nasuhi Bilmen adını parlatmak değildi. Hatta ben inanıyorum ki doğru dürüst tanımıyorlardır bile…
Maksat; en netameli dönemde “reis”lik yapmış ve “Demirel’e yakın isim” olarak nam salmış Mehmet Nuri adını küçültmekti.
Tabii ki bu ayak oyunlarıyla o isim küçülmez.
Çünkü camii yıkılmış olsa da mihrap ortada.
Ankara’da birileri bu şehrin evlatlarının üstünü çizerken, bu şehir sadece izlemekle yetiniyor.
Niye?
Cevabı belli:
Çünkü biz kaç zamandan beri artık büyük isim yetiştiremiyoruz. Biz kaç zamandan beri sadece mankurtlar yetiştiriyoruz, bu yüzden de ha bire kendi evlatlarımızı yiyip duruyoruz. Zahir, yaşken kafamıza sarılan deve derisi kurudukça beynimizi küçültüyor.
Diyeceksiniz ki şimdi nerden icap etti bu mevzu?
Tabii ki durup dururken değil. Sağolsun, geçen gün maarif eski müdürü Fevzi Budak vesilesiyle muhterem hocamız Mehmet Nuri Yılmaz’la birlikte olma şerefine nail olduk. Hem eskileri anlattı hem de bugünü…
Orada bir “münevver dadaş” portresi gördük.
Kendisine zalimlik edenlere dahi iyilik dileyen bir Erzurumlu…
Fark ettim ki, sayıları hızla artan mankurtlara rağmen bu şehir, hala yüksek değer üreten bir maden…
Dikkat buyurun şunu demiyoruz:
Mehmet Nuri Yılmaz, “ölene kadar diyanet işleri başkanı olsaydı”
Hayır…
Dediğimiz şudur:
Ankara nasıl bir irade sergilerse sergilesin, biz durumdan vazife çıkararak kendi evlatlarımızın boynuna yağlı sicimleri atmayalım.
Baksanıza bizden başka kimse, kendi evlatlarına bizim gibi acımasızca kıymıyor.
Haaa unutmadan söyleyelim:
Hani Hoca’nın adını o merkezden sildiler ya…
O merkezi ve oradaki lojmanları işte o adını sildikleri Mehmet Nuri Yılmaz yaptırmıştı; hem de başkentin tepkisine rağmen.
Belli ki biz göremeyiz de günün birinde bu şehre birileri ahde vefa damgasını vurursa bilin ki Mehmet Nuri Yılmaz adı taçlandırılacaktır.
Siz bugüne bakmayın.
Bugün böyle…