Tatil günü ve sabahtan beri evdeyim. Belli başlı bir şey yapmadan evin içinde öylesine dolaşıyorum oradan oraya... Bilgisayarın başına oturuyorum; yazılacak, düzeltilecek, eksikleri tamamlanacak birçok yazı var. Belki yazarım diye dosyaları açıyorum. Fakat olmuyor; o arada başka şeylerle uğraşıyorum. Kitaplara, dergilere bakıyorum. Bu da tat vermiyor. Gazetelere göz atıyorum; siyaset haberlerinden geçilmiyor. Hele de meydanlarda sonrasını düşünmeden edilen kırıcı, nezaket sınırlarını târümâr edici, bölücü ve parçalamaya yönelik sözler gelince aklıma; canım iyice sıkılıyor. Özellikle şehrim açısından, ihtimal vermesem de, en çok da bu seçimde bazı çevrelerin öne çıkışıyla ilgili olarak ortaya atılan düşünceler tıkıldıkları köşeden ara sıra başını gösterince, ortaya çıkması muhtemel manzarayı göz önüne getirip, sonucun pekte iç açıcı olmayacağı gerçeği gelip karşıma dikiliyor. Her ne kadar, başlık siyasetin dışında bir yazı olduğunu söylese de, yine de bu ortamda kendini bu durumdan tamamen soyutlamak ne mümkün!
Oturma odasına dönüyorum; kitaplarımın bir kısmı burada... Bazen okumak için, bazen bir konuya bakmak için buraya taşıdığım kitaplar, her gün biraz daha çoğalıyor. Arada bir bazılarını eski yerine taşısam da, yine de oturduğum her yerde elimi attığımda kitapla karşılaşayım diye taşır dururum bu samimi ve bilgi yüklü dostları… Henüz yeni taşındık diyebileceğim bu evde de, daha düzeltmeye ve konuları itibarıyla sıralamaya vakit bulamadım kitapları… (Taşınırken, pek fazla kitaba âşina bir toplum olmadığımızdan olsa gerek, insanlar en çok da onların dedikodusunu ediyorlar.) Çünkü ne zaman bu işi yapmaya kalksam, bir bakıyorum saatler geçmiş ve epey zamandır elime almadığım bazı kitaplara, eski dergilere, dergilerle birlikte hatıralara dalıp gitmişim. Bir yazı, bir şiir, bazen bir fotoğraf çekip götürmüş beni maziye doğru... Kimin anlattığı hatırımda değil ama, bununla ilgili olarak birisi şöyle bir şey anlatmıştı:
“Yazıyla uğraşan bir tanıdığımın başka şehirdeki evine uğradığımda baktım ki evde kitapları düzeltiyor. Aradan altı ay geçmişti; yolum yine düştü bu değerli ağabeyin evine... Hayretle gördüm ki; manzarada bir değişiklik yok; aynı şahıs yine kitaplığının önünde ve yine kitapları düzeltmekle meşgul. ‘Daha bitmedi mi ağabey?’ diye sorunca, aldığım cevap, tam kitap düşkünlerine göreydi: ‘-Ne yapayım? Bir kitabı elime alıyorum, yahu ben bu kitabı çoktandır hiç görmemiştim, bir bakayım derken zaman geçip gidiyor. Ve gördüğün gibi işte altı aydır bir türlü bitiremedim kitaplığı düzeltme işini.”
Ben de o kitaptan o kitaba dolaşıp duruyorum işte yaklaşık altı aydır. Hem zaten, sadece bir kitabı alıp okumak ve o bitinceye kadar başka kitap okumamak konusunda fazla başarılı olduğum söylenemez. Ara sıra mutlaka bitirmem gerektiğine inandığım kitaplar olursa sabrımı zorlar ve bitiririm. Çantamda da çoğu zaman bir kaç tane kitap olur zaten... Birinden sıkılınca diğerini okurum. Bunun en iyi yönü, arada birde olsa üç dört kitabın birden bittiğini farketmemdir. Eğer belli bir konuda yazı yazmayacaksam bu hep böyle olur. Ne var ki, bir zaman sonra sadece hakkında yazı yazmayı düşündüğünüz kitaplar bile koca bir yer kaplar kütüphanenizde.
Söz; kitapların çokluğuna, kitapla olan ilişkiye, kitapseverlik konusuna gelince, Mustafa Kutlu’nun “Mavi Kuş” adlı kitabındaki Doktor Yahya karakteri geliyor gözümün önüne… Kasabanın hükümet tabibi olan doktor, kendine içkiyi dost edinmiştir ve yıllardır tek başına yaşamaktadır. Sebebi bilinmeyen bu durumu; kitaba da adını veren otobüsle seyahat esnasında, ilk tayin yerleri bu kasaba olan ve buraya Anadolu çocuklarını yetiştirmek kendi üzere kocasının etkisiyle gelen, ama, kasabayı beğenmediği için eşiyle arasında tatsızlık çıkan genç öğretmene anlatmıştır. Aralarda yer yer “kadın haklıydı” sözünün geçtiği hikâye, işte böyle bir kitapseverliğin neye malolduğuna dair… Evliliği; kitaba olan aşırı düşkünlüğü ve evin her yerinin kitapla dolu olması yüzünden yıkılan, karısının “sen ya da kitapların” diyerek tercih yapmaya zorladığı, onun da kendini ve kitaplarını alıp çıktığı ve başını alıp geldiği bu kasabada yaşamaya başlamış. Ancak hazindir ki ortada ne kitapları kalmış ve ne de karısı… Kitaplarını o hızla kamyona yükleyerek, götürüp sahaflarda satmış, karısından da boşanmış. Ancak daha sonra bu seçiminden çok pişmanlık duymuş, çünkü karısını seviyormuş, onun için de daha sonraları evlenmemiş. Öyle ki; bunca zamandır artık kitap değil, gazete bile okumuyor. Şimdiye kadar kimselerle paylaşmadığı sırrını öğretmene açarak, “sen de benim hatamı tekrarlama” demeye getiriyor. Her neyse; arzu edenler bu güzel kitabı alıp, hikâyenin tamamını okuyabilirler.
Okumaya fırsat bulabilmenin yanında, size tanınan zamanda (çocuklar, eş, dost, akraba, v.s) bunlarla ilgili yazı yazmayı planlıyorsunuz ya! Bir yazarın şöyle bir sözü geldi burada aklıma, hemen aktarayım: “Gençliğimde her kapı çalışında hah diyordum heyecanla, yeni bir olay. Şimdi ise kapı çaldığında ‘Gene ne var?’ diyorum içimden.” Eh, belki henüz o yaşa gelmediysek de, asıl yapmak istediğimiz işlere zaman ayıramadığımız (Zamanı iyi planlıyamıyor da olabiliriz.) için bazen kendi kendimize sinirlendiğimiz de olmuyor değil. Ellerim bir kitaba doğru gidiyor; çekip alıyorum ve sayfaların birindeki altını çizdiğim satırları okuyorum. Geçmişin güzel yüzüne duyduğum hasret olanca çıplaklığı ve hüznüyle önümde bitiveriyor. Ülkemizin ilk atom mühendisi olan Ahmet Yüksel Özemre’nin “Üsküdar, ah Üsküdar!” kitabından seçtiğim bir kaç cümle, adeta bu konudaki düşüncelerimi dile getiriyor:
“Kendilerinden feyz almış olduğum o mübarek zâtlar; insanın imanını, ahlakını tahkim eden, gönlüne huzur veren o âdil ve muhsin (ihsan eden) mürşidler; vekarlarıyla, zerâfetleriyle, kibar tavırlarıyla, o güzelim şiveleriyle şahsiyetimi kalıba sokmuş olan o ince düşünceli dostlar, ahbaplar; insana; ait olduğu tarihin asâletini ve medeniyetin güzelliğini idrâk ettiren o müstesnâ mekânlar; insanı ailesine, komşusuna ve milletine muhabbetle bağlayan o güzelim örf ve âdetler, muameleler, an’aneler! Nerelerdesiniz? Nerelerdesiniz?” (s.53)
Bu cümlelerin ifade ettiği can alıcı hakikat bir anda tokmak gibi iniyor kafama ve; kitaplığı, evi, kitapları bir kenara itip, kendimi sokağa dar atıyorum. Belki bir yerde otururum da, kendisinin yanında, çağrışımları da çok yüksek olan ve cevaplanması mümkün olmayan bir sorular yumağı hâlindeki bu cümlenin tesirinden azıcık da olsa uzaklaşır, kendime gelirim. Bir çay bahçesinin önünde geçiyorum. Hava kararmaya yakın artık. Hafif bir rüzgâr eşliğinde yağmur çiseliyor ve hava; dışarıda oturmaya müsait değil. Zaman giderek başka bir şekle büründü ve güneş birkaç gün daha kendini göstermemeye kararlı gibi… Gerçi bunda insanoğlunun büyük vebâli var. Zira; tükenmeyeceğine inandığı havayı, suyu, toprağı öylesine hor kullandı ve sorumsuzca kirletti ki son asırda; şimdi de muvâzenesini bozduğu dünyadan normal davranış bekliyor. Ve; hâlâ da bu kötü davranışından bir türlü geri durmuyor; hele de bizim gibi ülkelerde, evini temiz tuttuğu halde, sokağını, caddesini, dağını, bayırını, ormanını hiç korumuyor, elindeki şişeyi, poşeti, kimyasal maddeyi habire boca ediyor tabiatın şenlikli bağrına… Eh! El insâf artık. Bütün bunları revâ gördüğün tabiattan her zaman ki gibi davranmasını bekleyemeyiz herhalde…
Söz; nerden nereye geldi deseniz de; bütün bunların sürekli konuşulması ve gereğinin bir an önce yapılması, belki de günlük hayatımızı işgal eden birçok meseleden daha önemli… Temiz su içemediğimiz, manavdan her sebzeyi rahatlıkla alıp yiyemediğimiz, soluduğumuz havaya güvenmediğimiz bir dünyada yaşamak adına hangi güzelliklerin kaldığı ve bunlardan ne kadarını gelecek nesillere bırakacağımız üzerinde kafa yormak artık herkesin görevi… (Söz aramızda; yazdıklarının içine tabiattan manzaralar taşıyan ve anlatımlarıyla okuyanın yüreğini ferahlatan bazı yazarlara bayılıyorum. Bunlardan biri Mustafa Kutlu meselâ… Her yazdığı kitapta mutlaka bununla ilgili bir yön var.)
Önünden her geçişimde, hele de lambaların hafiften yanmaya başladığı bu saatlerde dinginliği ve sükûtu çağrıştıran bir mekândan içeri girdim. Gerçi yine birkaç tanıdık muhakkak çıkacaktır ve beni o içine gömülmek istediğim hâlden uzaklaştıracaktır ya! Neyse, ben yine de tek başıma bir masaya çekilip, yazmanın ve okumanın dünyasına gömülme kararımdan vazgeçmedim.. Eh ne yapalım! Belki birileri için hayat yaşandığından çok yazıldığı için değerli. Aslını sorarsanız ya bu çarka hiç düşmemeli, düşülmüşse de gereğini yapmalı.
Dediğim çıktı yine... Birkaç tanıdığa birden rastladım; fakat oturma tekliflerini kibarca reddederek geçip boş bir masaya kuruldum. Şimdi de kararsızlık bastırdı; önce yazımı yazıp, sonra kitap mı okusam, yoksa okumayı öne alıp, yazma işini sonraya mı bıraksam? Aslında emin olun, kitap okumayı, yazmadan çok seviyorum. Ancak yazmadan da olmuyor ki? Önce yazımı yazayım dedim ve yazdım.
Ne mi yazdım? Okuyorsunuz ya işte! Daha ne yazayım? Çoğu zaman olduğu gibi kendimi ve belki de çoğunuzun hayatındaki bazı benzerlikleri yazdım, hem de biraz uzunca. Bir şey daha yazmadan bitirmeyeyim bu yazımı da. Okumak ve yazmak konulu bir şiirimden birkaç mısra:
Bir şehrâyindir ıssız da yaşamak
Düşünerek dolaşarak ve özgürce
Ve hayat ağacının gür ırmaklarca beslenmesi için