Şayet bir yol
kazası olmaz ise, belki de bir yıl sonra Türkiye'nin siviller tarafından
yazılıp ve siviller tarafından onaylanan bir anayasası olacak.
Fakat
bu anayasanın ne kadar "sivil" olup olmayacağı şimdilik bilinmiyor.
Çünkü henüz ortada ne bir anayasa taslağı mevcut, ne de bu yönde ortaya
çıkmış bir konsensüs...
Ortada sadece Meclis Anayasa Komisyonu’nun iki geri bir ileri şeklinde sürdürdüğü cılız bir çalışma var.
Gerçekten sivil bir anayasa, Türkiye için hem de çok elzem bir ihtiyaç.
Aklı başında kimse, "İşte bir anayasamız var, böyle iyi" demiyor.
1982
yılında güya siviller eliyle yazılan ama her satırı buran buram asker
kokan bu anayasa, her ne kadar bugüne dek onlarca defa değiştiyse de,
neticede temelinde haki renk olduğu için asla sivil bir anayasa olamadı.
1982'den
buyana dünyada ve ülkemizde o kadar çok şey değişti ve öyle köklü
dönüşümler yaşandı ki, o anayasa, 43 numara ayakkabı giyen bir kişiye,
zorla 39 numara ayakkabı giydirmeye çalışmak gibi absürt kaldı.
Nasıl
ki sivil bir insan asla bir asker gibi savunma ve hücumdan anlamaz ise,asker de anayasa yazamaz, sivil hayatı tanzim edecek bir düzenleme
yapamaz.
Çünkü askerin işi, yurt savunmasıdır; düşmana karşı halkı korumaktır, gençlere askerlik sanatını öğretmektir.
Ne zaman asker sivilin, sivil de askerin alanına girmişse işler hep karışmıştır.
1960'da bu böyle olmuş, 71'de tekrarlanmış; 80'de zaten ipler büsbütün koptu...…
Çünkü
olağanüstü dönemlerin, sıra dışı uygulamaları oluyor. Ve bu uygulamalar
öyle hukukla, demokrasiyle, gelenekle filan da izah edilemiyor. Yaptım
oldu, anlayışı genel geçer kural oluyor.
Bu yüzden Sezar'ın hakkı Sezar'a verilmeli ki, taşlar da yerli yerine otursun.
Asker kışlasında kalacak ve herkesin can, mal, namus ve özgürlük teminatı olacak.
Sivil
de, ülkeyi daha ileri seviyelere ulaştırmak için, çok çalışacak ve adil
bir yönetim sergileyecek ki, toplumun kahır ekseriyetini temsil
edebilsin.
Geçen hafta Kızılay Başkanı ve meslek büyüğümüz Mithat
Turgutcan'la sohbet ederken laf dönüp dolaştı, asker-sivil meselesine
geldi. Başkan, ayaklı bir tarih ve şehrin canlı hafızası olarak,
geçmişle bugünün sentezini yaparken, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın iktidar
etme şeklini onayladığını söyledi ve "Başvekil ipleri elinde tutuyor ve
meselesine hakim" dedi.
Geçmişle, yani 27 Mayıs'la ilgili bir hatırası ile de anlatmak istediğini pekiştirdi.
Bu noktada Mithat Bey'e kulak verelim ve şu çarpıcı anıyı bizzat onun gözünden görelim.
"27
Mayıs olmuş, her yerde sivillere tabii ki evvel emirde Demokrat
Partililere karşı müthiş bir cadı avı başlamıştı. Erzurum ordu merkezi
olduğu için askerler açısından çok önemliydi ve öncelikliydi.
Göstermelik de olsa ihtilalın kaptan köşkünde bir hemşerimiz oturuyordu;Cemal Gürsel… Yani namı diğer Cemal Aga...…
İhtilal olalı birkaç
ay olmuştu. Cemal Aga ve beraberindeki komite azaları Erzurum'a
gelmişlerdi. Bugünkü Yakutiye Belediye binası o tarihlerde askeri amaçla
kullanılan bir binaydı ve Cemal Gürsel o binanın önünde halka hitap
edecekti. Bütün hazırlıklar ikmal edilmiş, ahali miting alanını
doldurmuştu. Siviller bir yanda, askerler bir yanda duruyordu. Cemal
Paşa kürsüye çıktı ve kendince 27 Mayıs'ın nasıl elzem olduğunu anlattı,yapacakları işleri sıraladı.
Paşa'nın konuşması bitmek üzereydi
ki, kürsünün hemen önünde duran bir yüzbaşı eliyle Cemal Aga'ya işaret
ederek, "ben de konuşmak istiyorum" dedi. Bu manzara hiç de alışık
olmadığımız bir üsluptu. Bir yüzbaşı, orgenerale posta koyarcasına
işaret ediyordu. Şaşkınlık içinde bu manzarayı anlamaya çalışırken,
Cemal Gürsel şu anonsu yaptı:
Şimdi de Milli Birlik Komitesi Üyesi Yüzbaşı Muzaffer Özdağ konuşacak!
Yüzbaşı
Muzaffer'i, Erzurum'da üsteğmen olarak görev yaparken tanırdık.
Hariçten hukuk okuyordu ve aşırı derecede kibirli bir subaydı. 27
Mayıs'ı yapan iradenin içinde O da vardı ve etkin bir isim olmuştu. Öyle
ki, ihtilalın başı olan bir orgeneral adeta yüzbaşı önünde seremoni
yapıyordu.
Neyse; yüzbaşı Muzaffer kürsüye çıktı ve başladı iri
iri cümleler kurmaya… Bu sırada Cemal Paşa da O'nun yanı başında ayakta
öylece duruyordu. Sanki emir eri'ydi…
Yüzbaşı Muzaffer konuşmaya
başlayalı henüz bir dakika bile olmamıştı ki, bu görüntü alanda bulunan
asker-sivil herkesi ciddi biçimde rahatsız etti ve anında kalabalık
dağılmaya başladı. Çok geçmeden yüzbaşı Muzaffer boş bir meydana hitap
ediyordu. İhtilal ortamı da olsa halk, yanlışa tepki veriyordu. Benzer
bir durum da Kenan Paşa'nın Havuzbaşı'ndaki konuşmasında olmuştu. Bir
ramazan günü Havuzbaşı'nda halka hitap eden 80 darbesinin başkomutanı,
vatandaşın gözünün içine baka baka su içince kalabalık anında dağılmış
ve bu davranışıyla Paşa'yı protesto etmişti.
Bu sebeple diyorum
ki, askerin işi askerlik olmalıdır. Sivil yönetimlere el koyarak, darbe
yaparak ancak kendisine olan saygınlığını azaltır. Millet iradesine
saygı gösterilmeli ki, yarınların güçlü Türkiye'si inşa edilebilsin. Bu
anlamda Tayyip Bey'in yönetme şeklini çok beğeniyorum. Herkes yerini ve
yetkisini bilmek zorunda…"
Mithat Turgutcan'ı tanıyanlar bilir. O
öyle kimseye şirinlik olsun diye yağcılık yapacak bir kimse değil.
Erzurum'da eğer her kesim için güvenilir ve adil bir insan olarak kabul
edilmişse bunun başlıca sebebi, vicdan ve insaf sahibi olmasındandır.
Haklıyı haksızdan ayırmasını bildiği için, sağcısından solcusuna kadar, herkesin "Mithat Başkan"ı olması bu yüzdendir.
Yüzbaşı
Muzaffer'i -Ki, o yüzbaşı Muzaffer günümüzün şöhretli bir ismi olan ve
her daim medyada boy gösteren Prof.Dr. Ümit Özdağ'ın babasıdır-
anlatırken maksadı şuydu:
Şayet sapla saman birbirine karışırsa sonunda olacağı budur.
Sivilin yapacağı işler belli, askerin görevi belli...…
Biri diğerinin alanına müdahale ederse, sadece hukuk ayaklar altına alınmaz, bütün bir millet acı çeker...…
27 Mayıs'ta da bunu yaşadı bu millet; 12 Eylül'de de...…
Şunu da unutmamak lazım:
Her
sivilin hazırladığı anayasa da sivil olmaz. Öyle olsaydı eğer 82
anayasasını hazırlayanlar da sivil profesörlerdi ama kafaları sivil
değildi.
Demek ki, sivil bir anayasa için üzerinizde üniforma
olmaması tek başına yetmiyor, fikren ve vicdanen de sivil olmalısınız
ki, toplumu kucaklayacak bir metin yazabilesiniz.
Mümkün olur mu bilemem ama benim hayalim, bu yeni anayasayı hazırlayacak kimselerin devletten maaş alan "komu görevlileri" olmaması yönündedir.
Uzak bir ihtimal olsa da, bu hayalimin gerçekleşeceği günü özlemle bekleyeceğim.
Nasıl ki muhaberesi olmayan bir ordu, muharebe yapamaz ise, siviline güvenmeyen bir toplum da yarınlarını kurgulayamaz.
Mithat Başkan'ın anlattığı bu olay, bazılarımız için sıradan bir hatıra olarak algılanabilir. Oysa öyle değil…
Ne demek istediğimizi asıl ihtilal mağdurları anlayacaktır.