ErzurumHaber Girişi : 22 Ağustos 2009 04:56

Şimdi her şeye alıştık!..

Şimdi her şeye alıştık!..
Şimdi her şeye alıştık!..

Antik Roma dönemi devlet adamı Çiçero, "İhtiyarlık Üzerine" adlı eserinde eski Atinalıların bir özelliğinden bahseder: "Atina'da ihtiyar bir adam tiyatroya gider.  Anfide Atinalıların oturduğu bölümde kimse ona oturacak yer vermez. İhtiyar adam Spartalıların oturduğu bölüme geçer. Onlar kendisine oturacak yer açarlar.  Atinalı seyirciler Spartalıların bu davranışını takdir eder ve alkışlarlar. Atinalılar iyilik nedir bilir ama yapmak istemezler."

            Bizler de iyiliği takdir eder, ama yapmayız. Kötülere kızar ama karşı çıkmayız. İyiliği hep başkalarının yapmasını, kötülere hep başkalarının karşı çıkmasını bekleriz. Bu konuda sanki bir bölünme emri gelmiştir ve birilerine rahat ve huzur, diğerlerine acı ve ıstırap düşmüştür. Gerçek ise biliniyor olmasına rağmen kimse dönüp yüzüne bile bakmıyor. Hiç kimse yaptığının ya da yapamadığının hesabını yapmak istemiyor. Faturalar hep başkalarına kesiliyor ve hesapları hep başkaları ödüyor. Ya da zorla ödetiliyor.

            "...İsteklisiyle evlenmesine engel olan babasına bir genç kız 'Bunu ödeteceğim sana! demişti. Öldürdüydü kendini. Ama babası bir şey ödemedi ki! Kamışlı oltayla balık tutmaya bayılırdı. Üç pazar sonra gene ırmağın kıyısına koştu. Unutmak için diyordu.Hesabı doğruydu:Unuttu..." ( Albert Camus, Düşüş)

            Herkes ve her şey giderek aynîleşiyor. Hayata bakış açıları ve hayattan beklentiler, yaşayışlar, düşünüşler, bakışlar, duruşlar birbirine benzer hale geliyor ve bu benzerlikler çoğalıyor. Orijinal fikirlere itibar edenler ve orijinal fikir ileri sürenler her geçen gün azalıyor. Toplumu ayakta tutmanın ve değerleri geleceğe taşımanın yolu unutuluyor ve önemi azalıyor. Heyecan yok, his yok, incelik yok, derinlik yok, hedef yok, ideal yok, bir şeylere ilgi duyma ve bir şeyler karşısında heyecan duyma yok. Bu keşmekeş içerisinde bir şeylerle oyalanırken, renklerimizi ve zevklerimizi kaybettiğimizin farkında bile değiliz. Olmak istemiyoruz belki de... Gün geçiyor ve biz "nitelik" olarak azalıyoruz. Umursamazlığımız artıyor, bencilliğimiz artıyor, tamahkârlığımız artıyor, harisliğimiz artıyor, düşüncesizliğimiz artıyor. Şükrümüz azalıyor, kanaatimiz azalıyor, tevekkülümüz azalıyor, saflığımız azalıyor ve her gün bir yerlerde bir şeyler ölüyor, yok oluyor, nesli tükeniyor. "Hayvanları koruma altına alanlar" bunların yaşaması için hiç bir güç sarfetmiyor. Tıpkı, İngiliz Tarihçi Edward H. Carr'ın, 'Romantik Sürgünler' adlı kitabında bir devrimcinin yazdığı mektupta anlattığı gibi:

            "Eskiden, birinin, tek bir söz, tek bir fikir uğruna bir adamı çarmıha germeye, ya da onun için çarmıha gerilmeye hazır olduğu günler çok daha iyiydi. Şimdi her şeye alıştık. Yanaklarımız alev alev yanmıyor, kalbimiz göğsümüzden çıkacakmış gibi çarpmıyor; bir tür zehir bütün benliğimizi uyuşturuyor. Ve kendimizi esirgemek ya da feda etmek için en küçük bir arzu bile duymaksızın; sessizce, nasıl anlatayım, uysalca, dilsizce acı çekiyor, katlanıyoruz..."

            Bütün bunları yaparken, şişinmekten, azametle gezinmekten ve kendimizi başka türlü göstermekten de geri durmuyoruz. Ne yazanımız bir pay çıkarıyor kendisine yazdığından, ne okuyanımız, ne konuşanımız... Belki boş bir hatırlatma ama, yine de ruhumuza telkin etmemiz gerekenin ne olduğunu bir de İstanbul'dan İskenderiye'ye göç eden Rum ana-babanın oğlu olan Konstantinos Kavafis (1863) hatırlatsın bize...

            "Büyüklükten sakın, ey ruhum. / Ve tutkularına gem vuramıyorsan / Eğer, hiç değilse ölçüyü kaçırma elden./ Ve ne kadar ilerlersen, / O kadar kuşkulu, o kadar dikkatli davran"

            Ve hayatı böylesi kişilerle birlikte sürdürmenin ne denli zor, ne denli dayanılmaz olduğunu gördüğü içinde; şiire dönüyor ve mısralardan medet  umuyor:

            "Gövdemin ve yüzümün yaşlanması / Korkunç bir hançerin yarası. /Dayanılır gibi değil. / Sana dönüyorum ey şiir sanatı,  / Merhemlerden az çok anlayan, / Düşlerle, sözcüklerle avutmasını bilen. / Korkunç bir hançerin yarası./ Getir merhemlerini, ey şiir sanatı, / Hiç değilse bir süre sızıları dindiren.”

           

            "Büyülü bir coğrafyanın çocuklarıyız. Tarihimizi tam bilmez, masallarla idare ederiz. Ondan dolayı da; kahramanlarımız efsane, liderlerimiz adeta yarı tanrıdır."

            Onlar kendi büyüklenmelerinin eseri olan davranışlarına bakmadan, başkalarından daha demokratik, daha uygar hareketler sergilemelerini beklerler. Hiç birimiz kendi kendimizi sorgulamadığımız gibi; liderlerimiz de kendi kendilerini sorgulamazlar. Bildikleri ve inandıkları şekilde davranır, bunu da yapılması gerekenin en doğrusu olarak görürler. Sonuçta onlar da; dayatılmış olayların bir parçasıdırlar. Dayatılan ve mutlak kabul etmemiz gereken olayların...

            "Efsunlaşmış ruhlarımız bizi kurgusal olana bağlar, bedenlerimiz itaati, dillerimiz demogojiyi sever. Düşlerimizde büyü yapar, gerçeğe karşı gerçekleşmeyecek olanı tahayyül ederiz. Büyülü bir toplumun çocuklarıyız. Her konuşanı dinler, taraf oluruz.Her büyüklenene bağlanır mürid oluruz."

            Bizi bu bir yanlışlığa sürükleyen; mürid olunanda ve mürid olanda bulunması gereken özellikleri bilmemek, öğrenmemekte israr etmektir. Bilgisizliğimiz ve bilgiye sırt dönüşümüz, ölçümüzün olmamasına yol açtığından, anlatılanlar üzerinde düşünmeyi değil de, yalan yanlış doğruları kabul etmek daha çok işimize gelir.

            "En uzun sakallımızı hoca, en hafızımızı alim, ( Adam Kur'andan iki ayeti ezbere okuyunca, artık onun karşısında konuşmak ne kelime, susmak düşer bizlere... Bir işi yapmayla, o işin ilmine vakıf olmayı karıştırırız. Halbuki; ikisi ayrı şeydir. Hafız olmak ayrı şeydir, dinin incelikleri hakkında bilgi sahibi olmak ayrı şey. İ.B.) en anlaşılmazımızı şair, en dipnotlumuzu bilim adamı zannederiz. Nice zalimleri önder, nice alçakları lider bilmişizdir. İşlerimizi nazar boncuğuna sarar, kapı üstlerini nalsız bırakmayız. Fikir diye büyülü sözcüklere bağlanır, kurtuluş diye büyülü yollara düşer dururuz. Sevgi ve nefretimiz dahi büyülüdür." (*)

            Oysa kaderimiz bu değildir ve olmamalıdır. Küçücük düşlerle dünyaya nizâm vermeye kalkışanların bozgunu hepimizin bozgunu olmamalıdır.  "Ve büyüsü bozulanlar öylece ortada kalmalıdır."

            Ve çok iyi bilinmelidir ki; büyü bozumu, yeni ve büyük bir imtihandır. Bozulmayan ve bozulması istenmeyen büyüler sebebiyle; kavga ortamı sürekli ayakta tutuluyor ülkemizde... Ve kimsenin de; taraf olduğu kavgalar hakkında gerçek bilgiye sahip olduğunu sanmıyoruz. Tıpkı; Avrupanın Aydınlanma Çağına ait şu hikâyede olduğu gibi: "Fransa'da Dante'ciler ve Dekart'çılar olarak birbiriyle kıyasıya tartışan taraflara bir şövalye de katılır ve "Dante daha haklıdır." diyerek karşısına çıkan her 'Dekart'çıyı düellloya davet eder… Bir, üç, beş derken, düellonun birinde yenilir ve ölümcül bir yara alır. Ölümün eşiğindeyken uşağı şövalyenin kulağına eğilir ve "Ey efendim, ömrünü Dante uğruna kavgayla geçirdin. Sahiden Dante, Dekart'tan daha mı haklıydı?" diye sorar. Şövalye son bir gayretle kendini toparlar ve cevaplar: "Tanrı her ikisini de kahretsin. Ne birinden, en ötekinden tek satır bile okumamıştım."

            İşte bilinçsiz ve bilgisiz bir kavganın sonu! Toplumsal gerçeklerimizi göz önüne getirin ve bizimle ilgili yönünü varın siz hesap edin.

 

(*) Ahmet ÖZCAN, Şeb-i Yeldâ, Bengisu Yayınları, İst.1997

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.