Bu cumartesi Türk Ocakları Erzurum Şubesinde “Şiir ve İnsan”ı konuştuk. Aylar öncesinden planlanan, Erzurum’daki kültürel hareketlilik içinde kendine özgü bir yeri olan ve yıllardır hiç aksatılmadan devam edilen sohbetlerin bu haftaki (08.05.2010-Cumartesi) konuğu bizdik. Fırsat buldukça katılmaya ve takip etmeye çalıştığım sohbetler, gerçekten doyurucu ve konuları, konukları itibarıyla etki edici, ufuk açıcı… Rafine bilgileri elde edebilme şansına sahip olacağınız sohbetlere katılım; oldukça iyi… Ancak hemen belirtelim ki; ne yazık ki bilginin alıcısı ülkemizde hâlâ istenilen noktanın çok uzağında… Bir mecburiyet, işe yönelik bir zorlama olmadığı müddetçe insanımız bu tür yerleri “semt-i hilaf” bilerek, pek uğramıyor ve gönüllü olarak bilgisini ve birikimini artırma çabasına girişmiyor. Tabii bu da; hem zamanından ve hem de diğer başka getirilerinden fedakârlık ederek bu işe koşanları üzüyor. Hiçbir maddi karşılık istenmemesine rağmen, yine de sanatın, kültürün, tarihin konuşulduğu bu gibi mahfillere ilgi göstermeyen insanımız, vaktini daha iyi alternatiflerde değerlendirse hadi neyse. Ama nerde? Batı’da sergi gezerken bile ücret alınmasına karşılık, bizim ülkemizde sergiden içeri sokacak adamı zor buluyoruz. Her neyse; yine de bu işlere gereken desteği verip, sürdürenlere yürekten teşekkürler…
Çünkü onlar toplumun görünmez kahramanları… Hiç olmazsa; giderek birbirinden uzaklaşan, her geçen gün biraz daha sanal âlemin esirleri olmaya doğru giden bir toplumda, bu vesileyle, sohbeti, muhabbeti, dostluğu, arkadaşlığı yaşatmaya ve ayakta tutmaya çalışıyorlar. Öyle uzaktan uzağa paylaşım siteleriyle, MSN’de konuşmayla bu iş olmaz ve bir millet, onu ayakta tutan unsurlarıyla birlikte yaşatılamaz. Her şey; yerli yerinde ve gerektiğinde kullanılırsa iyi sonuç verir, kalıcı olur ve geleceğe aktarılır. Kimsenin haberi yok mu diye merak ediyorum; zira kimseden ses çıkmaz oldu da artık; selâmı unuttuk bilesiniz. Artık ne sokakta ve ne de yaşadığımız apartmanda selâm verip alma, hemen hemen tarih olmak üzere… Söz dağıldı ve içimizdeki sıkıntılar sebebiyle, “söylegen” olduk yine.
Tekrar sadede gelirsek; bu cumartesi Türk Ocakları Erzurum Şubesinde yaptığımız “Şiir ve insan” başlıklı sohbetimizde şiiri anlatırken, aynı zamanda onu söyleyen insanı da anlatmaya çalıştık. Belki dünyanın kuruluşundan beri insanı meşgul eden ve yaşadığı her yer de, her zamanda kendini gösteren şiirin, yenilip içilen, gelir getiren bir şey olmamasına rağmen; niçin bu kadar önemli olduğuna vurgu yaptığımız sohbette anlattıklarımızın kısa bir bölümünü buraya alalım:
Hemşehrimiz mütefekkir Nurettin Topçu bir sözünde şöyle der: "(...) Memleketimizdeki ahlâk zaafının bir sebebi de, sanat hayatının yokluğunda aranmalıdır. (... ) Bir fert veya nesil, ruh enerjisi bol olduğu zaman sanat eserleri ortaya koyar. Çürümüş ve çökmüş fertlerle nesiller, sanat eseri yerine cinsiyet veya vehim (hallucination) eserleri, fantezi veya espri eseri ortaya koyarlar. " (Dergâh Dergisi, sayı 106, Aralık 1998,)
Sanat hayatındaki yokluk, zevk düşüklüğüne, estetik bakış açısının kaybolmasına yol açar ki; "Zevk düşüklüğü, insanın düşüklüğü demektir. " Onun içindir ki eskiler hayatlarını şu üç önemli nokta üzerine oturtmuşlardı: Zevk-i selîm, kalb-î selîm ve akl-ı selîm...
Çünkü ruhları inceltir sanat... Düşünce boyutu geniştir sanatçının ve derinliği olan noktalar uç verir sanatında... Meselâ musiki... Musikîyle hemhâl olanlar yakından bilirler musikînin insan ruhundaki taşları nasıl yerinden oynattığını... Başka âlemlerin seyrinden payidar kıldığını... Ve insanın; his dünyasında, hayal dünyasında meydana getirdiği insancıl değişimleri... Kabalıkları ve hoyratlıkları bir kenara atışını... Onun için de; "Ve sonunda bilge kişiler / Çok defa güzele meylederler."
Yine yazar Ali Yüce’nin cümleleriyle; “Çağımız büyük çelişkiler ve büyük acılar çağıdır. Baş döndürücü, göz kamaştırıcı bir uygarlıkla, barbarlara taş çıkartacak barbarlıklar bir arada yaşanmaktadır. Kölelik düzeni kalkmamıştır sanki. Kölenin zinciri ile köle sahibinin kırbacı, gözle görülemeyecek denli incelmiştir. İnsan bir yandan insanı yaşatmak için çabalarken, bir yandan da bir düğmeye basışta milyonlarca insanın canını alan silahlar bulgulamaktadır. ”
Yüzyıllardır hayatımızda var olan şiir de sanatlar içinde önemli yer edinmiştir ve bu konudaki sözler bitip tükenecek gibi değildir. Bir yazarın, Ahmet Özdemir’in deyimiyle “Hayatın Kendisi Şiir” dir aslında…
Aslında, şiir çağlar boyunca insanoğlunun içinde var olan iyiye, doğruya ve güzele ulaşma isteğinin bir sonucudur. "Şiir edebiyatın hem beynidir, hem de yüreğidir. Şiirin olmadığı yerde insan sevgisi eksik kalacak, hatta insanlar korkunç bir duygusuzluğun pençesine düşecektir. Çünkü şiir yaşadığımız dünyanın güzelliklerine yeni güzellikler katmakta, hayatı bizim için daha renkli, daha güzel ve daha anlamlı kılmaktadır. Şiirle daha güzel bir dünyaya sığınabilir, çirkinliklerden kurtulabilir veya rahatsızlığını duyduğumuz bir yükten sıyrılabiliriz. Şiirin sonsuz etkileme gücü duygularımızı uyararak, yaşamın bütün yönlerini, en ince ayrıntılarına varıncaya kadar önümüze serer.
Büyük acılar, büyük serüvenler, büyük zalimlerin mazlumlara ettiği zulümler de, ancak şiir sayesinde bir yankı olup yaşar, sarsar yürekleri, asırdan asıra dilden dile dolaşır, unutulmaz kılar o insanları ve kötülüklerini… Ve lanetlenirler kendilerinden sonra gelen niceleri tarafından… Ve de büyük aşklar, sevdalar içinde geçerlidir bu söylediğimiz… Şiir hatırlatır bu büyük aşkların büyük insanlarını ve yıllar sonra bile insanlar onların aşk uğruna çektiklerinden etkilenip, onlar için üzülürler. Aşk bütün görkemiyle yüzünü ancak şiirde gösterir.
İşte mısraın güzelliğinin, nağmenin yakıcılığının iç içe geçtiği bir şiir… Şiir göğünde yakaladıklarına ustalığını, duygusunu ve yüreğinin gücünü katarak çağımızın en güzel mısralarına imza atan Abdurrahim Karakoç’a ait...
“Kurudu sevgiler gönül tasında
Her mevsim bir başka aldattı bizi
Renkler başkalaştı gün ortasında
Koyu bir karanlık öptü denizi
Daraldı her sabah geniş ufuklar
Aşkımızı gölgeledi bulutlar
Yaprak yaprak daldan düştü umutlar
Tüketti takvimler gençliğimizi
Seneler yalancı çıktı düş gibi
Tüm yazlar üşüttü kara kış gibi
Mermere işlenmiş bir nakış gibi
Dağıldı yüzlerce yokluğun izi
Önce Gerçek dedik ve sonra Neden
Bekledik bir daha gelmedi giden
Uyandık en güzel düşü görmeden
Aynalardan sorduk birbirimizi “