Büyük organizasyonun üzerinden kısa bir süre geçti. Oyunların şehir üzerinde bıraktığı heyecan dalgası yavaş yavaş azalırken, dedikodu orkestrasının şom ağızlı solistleri tarafından şehrin köşe bucağında olumsuzluk şarkıları söylenmeye başlandı bile.Acizleşmek, şikâyetleşmek, her şeyi eleştirmek, kıskanmak, vefasızlık göstermek, gıybet etmek, başarıyı hafife almak gibi şarkıları söyleyen bu sokak şarkıcıları, hiç vakit kaybetmeden asli görevlerini icra etmekte geç kalmadılar.
Hiçbir şeyden mutlu olmayan ve şehre en ufak bir katma değer katmayan bu güruh, sanki de şehirde iyimser havanın oluşmaması için görevlendirilmişlerdir. Erzurumluluk ve dadaşlık kavramlarının arkasına sığınan bu düşünce fukaraları, şehirde atılacak her olumlu adımın önünü kesmek için birbirleriyle yarış edip, iftira, kin, haset, dedikodu gibi ilkel silahlarla, olumlu ne varsa onun üzerine ateş etme alışkanlıklarını sürdürmektedirler.
Uzun yıllardan beri şehrin göç verdiğinden ve insanımızı toprağında tutamamaktan bahsedilir ve bu konuda önlemlerin alınması her platformda talep edilir. Göçü tetikleyen faktörlerin başında elbette ki iktisadi ve sosyal sebepler gelmektedir. Oysa hali vakti iyi olup da şehrinden kopan eşrafın, aydın ve münevver kesimin gitmesinde; kara çalan, iftira atan, her şeyi eleştiren, kıskanan, hasetlik eden bir düşünce yapılanmasının rolü yok mudur?
Susuzluklarını gidermek için durgun suya kafalarını uzatan fillerin, kendi siluetlerini suda görüp korkup kaçmaları gibi, şehir olarak kendi zaaflarımızı net bir şekilde görüp bu kötü hasletlerden kurtulabilirsek, belki de ümit ettiğimiz bir Erzurum oluşturabiliriz.
Numune Hastanesi’ni yapan eski belediye başkanlarından rahmetli Şerif Bey’in, Erzurum’un o sıkıntılı dönemlerinde neleri başardığını, nasıl fedakârca çalıştığını tarih bize söylemektedir.
Şerif Bey hastanenin yapımı için kolları sıvar ve işe başlar, zamanla hastanenin şekli belirince, Şerif Bey’den istedikleri çıkarları sağlayamayan bir avuç müfteri mangası, Vali Hamit Bey’in makamına gidip, Şerif Bey’in 5000 altın rüşvet aldığı iftirasını atarlar, Vali Bey bunları dinler, söylediklerini zabıt altına alır ve saklar.
Gün gelir hastanenin yapımı biter, Şerif Bey Vali Bey’e bu müjdeli haberi vermeye gider ve hastanenin 3500 altına mal olduğu bilgisini de Vali Bey’e sunar, tam bir devlet adamı olan Hamit Bey, gününden önce istihkâm subaylarını çağırıp, hastanenin kaça mal olacağının hesabını önceden yaptırmış, çıkan 5000 altınlık hesap raporunu da alıp kasasında muhafaza etmiştir.
İş bitince Vali Bey; iftiracıları, hesap yapan istihkâmcıları ve Şerif Bey’i bir araya toplar, rakamlar ortaya dökülür, iftiracılar başları önde beklemektedirler. Sözü Şerif Bey alır, derki: “Evet Sn. Valim, inşaat 5000 altına mal olacaktı, lâkin köylüler inşaat süresince bedava çalıştılar, taş ve kumu bedava getirdiler, kamber köylüleri de taşı ücretsiz naklettiler, anlaşılacağı gibi 1500 altınlık bir tasarrufumuz oldu ve maliyet 3500 altına düştü.”
Anlatılanları dinleyen guruba dönen Vali, bunların yüzlerine bir bir tükürür ve hakaret ederek hepsini kovar.
Erzurum için büyük hizmetlerde bulunan Şerif Bey ölünce, ailesi ortada mağdur şekilde kalır, kışın zor şartlarında belediyeden istedikleri odun yardımı dahi geri çevrilir. “Bugün namus günüdür” deyip, silahını kuşanan ve Kurtuluş Savaşı’nın birçok cephesinde çarpışıp üsteğmen rütbesini alan, kendisine bağlanan maaşı Kızılay’a bağışlayan, ömrünün son günlerini Rus Sefarethanesi’nde geçiren Erzurumlu Kara Fatma’ya, ölmeden önce Kars ve Rize milletvekillerinin maaş bağlatmaları bizi nasıl incitmez?
Sağlığında sahip çıkmadığımız bu kahramanın mezarının bile olmaması, acaba bizlerin sorgulaması gereken bir ayıbımız değil midir?
Orduya 4 uçak alıp 2 uçak parası ödeyen hemşehrimiz Nafiz Kotan’ın, Erzurum’da bir otel odasında ölmesine rağmen mezarının olmamasını acaba nasıl izah edebiliriz?
Yine Kurtuluş Savaşı’nın önemli isimlerinden ve Erzurum belediye başkanlarından rahmetli Küçük Kazım’ın (Yurdalan) Darülacezede ömrünü tamamlaması, kimlerin yüzünü kızartır?
“Gafillerden darbe yedi gururum, bu da benim kara bahtım, gidirem!” diyen Âşık Reyhanî’nin gurbet ellere gitmesi, herhalde sebepsiz değildi?
“Yüzleri dost, özleri düşmandan usandım” mısraları, elbette ki keyif için söylenmemişti.
İbrahim Hakkı Hazretleri Hasankale’yi bırakıp da Tillo’ya acaba neden gitmişti?
Emi emi arkaya kamçı muhbirliği ile çocukken faytonculardan yediğimiz kırbacın sızısını hâlâ sırtımızda hissediyor değil miyiz?
Şehirdeki kolektif yapılanmanın oluşmaması, marka siyasetçi çıkaramayışımız, yatırım yapmak isteyenlerin heveslerini kıran yaklaşımlar, olumsuz zaafiyetlerimiz değil de nedir?
Gece gündüz çalışıp, belli bir maddi kazanca ulaşanları “Nereden buldu bu kadar parayı, düne kadar hiçbir şeyi yoktu, biz onun geçmişini biliriz” türünden dedikodularla az mı karalarız?
Sanki hayatın tek gayesi siyasetmiş gibi, öne çıkan, hasbi işlerle uğraşan, hesabı olmayan kişilere “Herhalde siyasete soyundu” der, nasıl da bühtanda bulunuruz.
Şehrin maddi ve manevi kalkınması yönünde gelişmesini engelleyen bu kanserli hücreler, ne yazık ki sağlam hücrelerin yaşamasına engel olarak vücuda zarar verirler. Yapılan her müspet işe karşı alkış tutmak yerine, burun kıvırmak, bu tezvirat gurubunun genel karakterleridir.
Onlar içtikleri bir bardak çayın deminde, tüttürdükleri sigaranın dumanında felaket tellallığı yapıp, ölü eti yiyerek karınlarını doyururlar.
Okumazlar, okuduklarını anlamazlar, herkese akıl vermeye kalkarlar.
Cahildirler, kendilerini bulunmaz sanırlar.
Kendi küçük fikirlerine başkaları da uysun isterler,
Onların; “Bugün Allah için ne yaptın” sorusuna verecekleri cevapları hiç yoktur.
Ahlâk, edep, insaf ve kul hakkı kavramları onlar için oldukça uzak şeylerdir. Ne bir yetimin başını okşarlar, ne bir fukaranın kapısını çalarlar, ne de akan bir gözyaşına ortak olurlar.
Dindar ve yurtsever görünmek en iyi oynadıkları rollerdir. Siyasi tercihlerini sandıkta başka, sokakta başka yansıtırlar. Riyakârlık, ikiyüzlülük gibi basitlikler onların yaşam iksirleridir. Her şey hakkında ahkâm kesme ve ukalalık etme genel özellikleridir. Çakma dadaşlıklarıyla övünür dururlar.
Midelerini doldurup geğirdikten sonra “Allah olmayanlara da versin” şeklindeki sözlerle yardım hislerini tatmin ederler.
Onlar; “İman etmedikçe cennete giremezseniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız” ilahi öğretisinden bi haberdirler.
Onlarla baş etmek, atlama kulelerinden kayakla atlamak, kanserli hücre ile mücadele etmek kadar zordur.
Ne yapalım ki yaşadığımız iklimde bunlar hiç eksik olmaz, babalarının, dedelerinin alışkanlıklarıyla nefes alır verirler, gün gelir şehrin fosseptiklerinde kaybolur giderler.
Onlar aynaya bakınca kendilerini fark ederler mi bilinmez, ama şehrin bu ayrık otlarından ayıklanması lazım geldiği, vicdan sahipleri tarafından bilinmektedir.
Onları gördükçe “Layık olduğunuz şekilde yönetilirsiniz” ilahi emrini hatırlamaktan da edemiyoruz.