Memur suçları kapsamında soruşturma izni verilmediği halde; sırf temsil etmiş bulunduğum eğitim camiası ve toplum nezdinde var olan itibar ve saygınlığımı, hak ile yeksån etmek ve bu esnada israrlı ve kararlı biçimde sürdürmüş bulunduğum hukuk mücâdelesinin adetà rövanşını almak ve şahsımda tüm hak arayanlara bir ders vermek, idareye selâm çakmak uğruna; mudürlük makamında, personelin gözü önünde ve sabahın dokuzunda; girişe konulan kameraların eşliģinde gözaltına alındım.
Hukuk hiçe sayılarak ve yasalar çiğnenerek gerçekleştirilen gözaltı işlemi, şanlı bir zafer kazanılmış ve sanki alınamaz denilen bir kale elde edilmiş misâli, anında ulusal medyaya servis edildi. Daha önce de Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı sayın Cihaner'e yapılan ilkel bir muameleyle, Osman Şanal tarafından makamında gözaltı işlemi gerçekleştiridi. Şahsımı da benzer bir yöntemle gözaltına aldıran ve o günlerde sahte kahramanlığa ve şövalyeliğe soyunan, Erzurum eski Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal geçtiğimiz günlerde tutuklandı. Ardından, bu kez de, ifademe dahi başvurma gereği duymayan ve tutuklama talebiyle mahkemeye sevk eden Osman Şanal'ın suç ortağı Savcı Mehmet Yazıcı da bugün itibariyle gözaltına alındı.(Hem darbe teşebüsünden ve hem de şikâyetim nedeniyle ayrı ayrı yargılanacaklar.)
Emniyetteki sorgulamanın akabinde, ifade vermek üzere getirildiğim savcılık makamında bir hukuk adamı olmanın ötesinde, külhânbeyi bir tavır ve cellât edâsıyla, "Seni tutuklamaya sevkediyorum." diyen Mehmet Yazıcıya; "Beni tutuklamaya sevkedemezsin. Zira, yapılan yolsuzluğu ortaya çıkaran ve suç duyurusunda bulunan benim. Kaldı ki, bana isnat edilen suçlama memur suçları kapsamındadır ve soruşturma yapılabilmesi İzin alınması şartına bağlıdır. Savcılıkca istenilen soruşturma izni verilmemiş, idari yargıda karar kesinleşmiş ve kriminal incelemeyle de imzanın şahsıma ait olmadığı tesbit edilmiştir. Haliyle yetki aşımı suçu işliyorsunuz. İfademe dahi başvurmadınız ve beni nasıl ve hangi hakla tutuklamaya sevkedebilirdiniz? dediğimde, "Seni dinlemiyorum, polisin aldığı ifade yeterli, git derdini mahkemeye anlat" gibi seviyesiz, hukukî ve ahlâkî olmayan uslûbuyla karşılaşmıştım.
Aynı ekibin mensubu ve suç ortağı hakim Ramazan Özer tarafından ise, bütün yasal itirazlarıma rağmen 12 Eylül Referandumu'na on gün kala ve bir Ramazan gününde tutuklanmıştım. Tutuklanmam için o gün için mahkeme ve hakim Ramazan Özer zaten ayarlanmıştı. Ertesi güne kalabilseydim büyük ihtimalle tutuklanmayacaktım. Ama o gün her nedense aceleleri varmış ve beni apar-topar Ramazan Efendi'nin karşısına çıkarmışlardı. Polisler şahsıma duydukları saygı nedeniyle bileklerime kelepçe takmadılar. Garip tecelliye bakın ki, her iki savcı da ters kelepçe takılarak götürüldüler,(Hakim Ramazan Òzer de görevden el çektirilenler arasında, darbe girışiminden ve ayrıca şikayetim nedeniyle diğer iki hempasıyla birlikte yargılanmayı bekliyor.)
Tutuklanmanın ardında konulduğum hapishanede koğuş arkadaşlarımla "hayır" oyu kullanmıştım. "Mezardan kalkın ve "evet" oyu kullanın" diyen darbeci meş'um zihniyete karşı, vakt-i saadetinde onlarla bir ve beraber olanların aksine, sanki bugünleri görürcesine ne kadar isabetli bir karar verdİğimi bu çılgın darbe girışiminde bir kez daha idrak ettim. Emniyet KOM şubesiyle birlikte dörtlü çete görevlerini (!) bî-hakkın yapmamın keyfiyle huzura ermişlerdi. (Gözaltı işlemini ve sorgulamayı yapan komiser Uğur ve arkadaşları şikâyetim uzerine meslekten tard edildi ve yakında onlar da yargılanacaklar.)
Yıllar öncesinden, mâsumane bir hizmet ve eğitim hareketi gibi görünen, ancak, giderek farklı bir kulvara evrilen, uluslar arası bir boyut kazanan ve devlet içinde bir fetih anlayışıyla hareket eden bu zihniyeti kuşkuyla izledim. Mesafeli durdum ve hizmet hareketinin kadrolaşma yapısını endişeli bir bakışla tehlikeli buldum. Ve her geçen gün artan bir güçle verilen tâvizlerle tehlikeli bir boyut kazandığını müşahade ettim. Böylesine bir cemaat veya tarikat yapılanmasını yılların bir eğitimcisi ve aydını olarak içime sindirmem zaten eşyanın tabiatına aykırıydı.
Erzurum'da bazı devlet yetkililerinin ve kurumlarının koşarak su taşıdıkları bu darbeci değirmenle alakalı yaşanmış bir olaydan ve o günlerdeki haklı direncimden ve bugün geldiğimiz noktadan söz etmek istiyorum.. Eski Pulur Köy Enstitüsü, şimdiki adıyla Yavuz Selim İlķöğretmen Okulu'na tahsisli yedi yüz dönüm arazinin dönemin Valisine ve vali yardımcısına rağmen bu cemaat adına bir vakfa verilmesi için yapılan tüm baskı ve tehtidlere karşı, olağanüstü bir direnç gösterdim. Bakanlığın ve bazı siyasilerin israrlarına rağmen, bu münbit arazinin tahsisinin kaldırılarak cemaat vakfına tahsisini engelledim.
Ama ne yazık ki görevli olarak il dışında bulunduğum bir dönem fırsat bilinerek, dönemin valisi ve vali yardımcısının özel gayretleriyle tanzim ettirilen ikinci bir rapor doğrultusunda, Milli Eğitim Bakanlığı'nın olumlu görüşüyle ve Milli Emlak Genel Müdürlüğü kararıyla, okul adına tahsisli ve tarıma elverişli yedi yüz dönüm arazı parelel yapıya ait Danışmend Kültür ve Eğitim Vakfı'na tahsis edildi. O vali yardımcısı 11. Cumhurbaşkanımızın Özel Kalem Müdür yardımcısı görevinde bulundu şimdiyse paralel yapı nedeniyle görevden el çektirilmiş bulunmaktadır. Bizler gibi Devlete sadakat içinde olanlar için ne zor günlerdi o günler! Neyse
Tutuklanmamın ve tahliyemin ardından Milli Eğitim Bakanlığı müfetişlerince tanzim edilen iki farklı raporda da; hakkımda mali ve disiplin yönünden işlem tesis edilmesine gerek olmadığına, Erzurum Bölge İdare Mahkemesi'nce suç konusu davayla ilişkimin olmadığı tespit edilerek karar verilmesine, ve idari yönden bir görev değişikliği teklifi getirilmediği halde; tutuklanmış olmam fırsata dönüştürülerek o günün Milli Eğitim Bakanı ve yetkililerin paraf ve imzalarıyla önerilen üçlü kararnameyle yıllar öncesinde beş yıl süreyle Milli Eğitim Müdürlüğü yaptığım Kars iline ikinci kez atandım. Ve yerime de yine üçlü kararnameyle Erzurum'daki malum dersanelerde yıllarca görev yapan bir kişi müdür olarak atandı ve böylece amaçlarını gerçekleştirmiş oldular.
O tarih ve günlerde, şahsımı keyfi biçimde, on dört kez görevden alanlara,görevden alabilme uğruna seksen iki müfettişle muhattap kılanlara, son altı yılllık sicil raporlarımın bozulmasını sağlayanlara, Milli Eğitim Müdürlüğü'nden alınıp iki kez öğretmen olarak atamamı gerçekleştirenlere ve makamında ''Seni Şırnak Tunceli ve Muş'a sürgün edeceğim'' diyerek vatanın bir köşesini sürgün yeri olarak gören, darbe girişimi sonrasında ise, sesi soluğu kesilen ve nefesi çıkmayan Hüseyin Çelik'e ve eğitimi bu zihniyetlere teslim edenlere acaba ne denilmeli? Yapılanların hesabı verilecek mi? (Makamında bana bu sözleri ifade eden Hüseyin Çelik'e, Şırnak ve Muş'a gidip geldim, herhalde attığınız imzalarınızdan haberiniz yok, ifadesini kullanmış ve sizi hukuka uymaya davet ediyorum) demiştim
Çokların el-pence divan durduğu dönemlerde; devletin ve cumhuriyetin bir müdürü olarak hak arama yolunda geri adım atmadım. Mevzuttan asla ayrılmadım. Eğitim kurumlarını kimsenin arka bahçesi olmasına fırsat vermedim. Cemaatin bedava imkânlarıyla yurt dışı hiç bir geziye ve organizasyona iştirak etmedim Pilavlarını yemeye gitmedim. Milli Eğitim Müdürü olarak bağlı bulunan kurumlarına yasal çerçevede baktım.
Tarihimizde yaşanmış, iki gerçek olayı bugünlere belki ders olur, ışık tutar niyetiyle zikretmek istiyorum. Büyük Sultan Fatih vefat etmiştir. Oğulları Sofu Beyazid ve Cem Sultan arasında taht kavgası sürmektedir. Taht kavgasını nihayete erdirmek üzere, Cem Sultan kardeşı Sofu Beyazid'e "Rumeli sana kalsın, Anadolu bana kalsın." teklifinde bulunur. Sofu Bayezid'in cevabı dün-bugün ve yarın bütün devlet adamlarının kulaklarına küpe olacak niteliktedir. Cevaben, "Osmanlı devleti öyle nazlı ve namuslu bir gelindir ki, bu geline talip iki damada tahammül edemez. Devlette ve saltanatta kardeşe ve merhamete yer yoktur." der ve teklifi reddeder. Cem Sultan trajik bir yaşamla hayata vedâ eder ve Osmanlı da birliğini sağlayarak yoluna devam eder.
İkinci olay 1940'lı yıllarda Kars Susuz kazasında geçer. Gece, ahırında öküzleri çalınan vatandaş ilin valisine baş vurur ve o güzelim Azerbaycan şivesiyle, "Ay Vali Paşam! Menim öküzlerimi geceleyin hırsızlar ahırdan alıf götürüfler. Senden öküzlerimin bulunmasını talep edirem." Vali vatandaşı dinler ve kendisine, "Öküzler çalındığında sen ne yapıyordun" diye sorar. Vatandaş "Ay Paşam men o gece vaktinde yuhluyordum. (uyuyordum)" Vali bu kez,"Sen gece uyursan, hırsızlar da bunu fırsat bilir ve gelir öküzlerini gòtürürler'' der. Vatandaş, bu cevap karşısında, hayret edilecek irfânıyla valinin şahsında bütün devlet yetkililerine ders olacak ârifâne bir cevap verir. "Ay menim yahşi Paşam! men devletin yuhladığını (uyuduğunu) bilseydim, özüm ayık kalırdı" der ve ayrılır ve daha sonra vatandaşın öküzleri devlet tarafından bulunur.
Evet! Devlet ortaklık kabul edemez ve devlet uyku ve gaflette bulunamaz. Anayasal bir devlette zümre, grup, meşrep, cemaat ve tarikatların ortaklığı asla kabul edilemez ve devlette örgütlenmelerine veya sızmalarına fırsat verilemez. Tarihsel örneklerde de ifade edildiği gibi devlet tektir ve şerik kabul edemez, şayet ederse heder ve zelil olur. Yaşanılanlar karşısında şunu demek mümkün..."Her musibet bir nasıhattır." Fakat unutulmamalıdır ki, ne musibet biter ne de, nasihat... Devlet devlet gibi hukuk içinde kalınarak yöneltilmeli. Devlete sadakat, liyakat ve ehliyet tek ölçü olmalı...Gerisi lâf- ü güzâf...
Netice olarak zâlimler içın de adalet istiyorum. Çünķü bizler onlardan farklı olarak erdem ve vicdan sahibiyiz.
İnsana sadakat yaraşır görse de ikråh ( kötülük)
Doğruların yardımcısıdır Hazret-i Allah
Ziya Paşa