“İnsan hayatında tanımaktan gurur duyduğu ve mütevazı yaşamında büyük bir zenginlik edindiğini düşündüğü kişiler vardır ya.” İşte onlardan biridir Sıtkı ağabey... Onu ilk tanıdığımda mesleğimde henüz çok yeniydim. Atatürk Üniversitesi Su Ürünleri bölümünde yapılan bir toplantıda program yapımcısı olarak Günaydın programında kullanılmak üzere yaptığım program vesilesiyle tanıdım. Sonrasında bu irtibat; ziyaretler ve yazdıklarını okumak şeklinde devam etti.
Mümbit Anadolu toprağının yetiştirdiği bu sessiz, sakin, az konuşan ve ilminin vakarını muhafaza etmesini bilen Sıtkı Aras hocamı sonraki yıllarda daha fazla tanıma imkânım oldu. Yazdığım bazı yazılar sonrasında telefon edip, insanı yaptığı işe karşı şevke getirici cümleler sarf etmesini bilen ender insanlardan biri olduğunu da bu arada kaydetmeliyim.
Alanında yaptığı çalışmalarla bugün bölgemizde birçok kişinin geçim kaynağı haline gelen kültür balıkçılığını yerleştirmesinin ve 20’nin üzerinde yüksek lisans ve 18 Doktora çalışması bitirtmesinin, birçok ilmî makale yazmasının dışında onu; Erzurum’un büyüklerinden bazılarını anlattığı yazıları ve folklor içerikli sohbetleriyle tanıdık. Bu yanıyla; çoğu kişinin dikkatini çektiği gerçektir. Zaten işin takipçileri bu yazılanların daha sonra kitap haline geldiğini bilirler.
Binlerce öğrenci yetiştiren Sıtkı ağabey bir halk adamıdır. Aras’ın sevdalısı hoca; birileri gibi, emeğini vererek, irfanını aktararak onu yetiştiren, bu duruma getiren milletine sırtını dönmemiştir. Bir yandan bilimle uğraşırken, bir yandan da bu memleketin yerlisi olma vasfını korumuştur. Yıllarını üniversitede geçirmesine rağmen, içinden çıktığı toplumun değerleriyle, inanışlarıyla, kültürüyle olan bağını hiç koparmamış ve hatta; alanı dışında yazdığı eserlerle bu konulara katkıda bulunmuştur.
Erzurum Kitaplığı serisinin ilk kitabı olarak yayınlanan “Erzurum’un Manevî Mimarları” adlı kitabın önsözünde kadim dostu Dr. Ezel Erverdi; “ Yerel düzen ve değer yargılarının alt üst olduğu; örf, âdet ve üslûbun yozlaştığı, her şeyin birbirine girdiği, globalleşme humması ve sevdasının dünya ve Türkiye’yi sardığı günümüzde....” diyerek, böyle bir kitabın yayımlanış sebebini de açıklıyordu aynı zamanda. Zira; birileri tarafından, aynı şekilde yaşayan, aynı dili konuşan bir küçük köy haline getirilmek istenen günümüzün dünyasında, mahallî değerlere-ki bunlar bize millet olma şuuru, bir arada yaşama bilinci kazandırarak özümüzü muhafaza etmemizi sağlar-sahip çıkmanın ve bunları yazı yoluyla gelecek nesillere aktarma çabasını göstermenin çok mühim olduğu düşüncesini, bu gidişten endişe duyanların yürekten paylaşması gerekir. Hele de bu yapılan, yapanın üzerine vazife değilse! Bu durumda, üzerlerine vazife olanları dahi yapmama tembelliğini gösterip, sonuçta da “adamsendeciliğin” birer ahtapot gibi sardığı toplumda, bu tür işler yapılmasının önemi konusunda daha çok şey yazılabilir.
Her gün biraz daha sessizliğe terk edilen Erzurum’un, bir kısmını büyüklerinden dinlediği, bir kısmını da yakından gördüğü “hâl ehli, mânâ ehli” insanlarını, yazdığı kitapla kayda geçirmiş, böylelikle meraklıların ve gelecek nesillerin istifâdesine sunmuştur Sıtkı ağabey. Bu işi yaparken; o kendine has, sohbet eder tarzdaki üslûbunun dilde bıraktığı lezzet cidden üzerinde durulmaya değerdir.
Onun yazdıklarını okurken, şimdi her ikisi de rahmet-i Rahmâna kavuşmuş olan dedemin ve babamın anlattıkları geliyor aklıma. Çocukluk ve ilk gençlik çağımız onlardan, Sıtkı ağabeyin kitaplarında anlattığı kişilerin “insanı yaşatmak için gösterdikleri gayretleri” ve dillerde dolaşan menkıbelerini dinlemekle geçti. Zira dedem, babam ve atalarım köken olarak bu insanlara komşu bir bölgenin (Narman) insanıydılar ve ayrıca ömürlerinin büyük bölümünü, Pasinler ve Horasan civarındaki yerlerde görev yaparak geçirmişlerdi. Her iki kitapta anlatılan kişilerin çoğuyla dostlukları, hatıraları ve yaşadıkları vardı. Ekmek yedirmiş, ekmeklerini yemişlerdi. Birlikte yolculuk etmiş, birlikte hacca gitmişlerdi. Ölünceye kadar süren bu muhabbetin anlatımının ruhumuzda bıraktığı tadı unutmak ne mümkün!
Dostluk yollarını hiç bir zaman tıkamayan, insanlara rikkatle ve dikkatle muamele eden bu zatların dünyalarında vefâ ve cömertlik derin izler bırakmıştı. Dolayısıyla insanlığın ayakta kalması için her çağda çok önem arz eden bu iki hususiyeti kalplerinde barındıranları kağıda dökme çilesini ve başarısını nefsine yaşatmasını bilen Sıtkı ağabeye, bu hazzı bizlere de tattırdığı için teşekkür ederiz.
Şehirler, buraları gezenlerde değişik özellikleriyle yer ederler. Erzurum ise bu açıdan, gezen kişilerin zihninde genelde insanıyla yer etmiş, insanlarının davranışlarıyla hatırlanmış, tarih boyunca çoğunlukla insanıyla ön plana çıkmıştır. Seyyahlar, edipler, şairler ve devlet adamları yörenin hep bu yanına vurgu yapmışlardır.
Evliya Çelebi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz, Mehmet Kaplan ve daha niceleri Erzurum’un hep bu yönü üzerinde durmuş ve hep insanıyla hatırlamışlardır bu şehri.
Bunları yazarken kıymetli şairimiz Faruk Nafiz’in Erzurum insanı hakkında ipucu veren şu cümlelerini buraya almadan geçemedik: “Anadolu şehirlerinin garip bir hususiyetleri vardır. En büyüğünü, en garibini altı saat içinde anlamak kabildir. Bununla beraber, Erzurum’u iki üç günde gezmek mümkün olduysa da anlamak kabil olmadı. Erzurumlular ihtiva etmiş oldukları manâyı, sükûtlarıyla en iyi şekilde ifade eden kimselerdir.”( Sıtkı Aras, Bir Şehrin Ruhu, s.10 )
Erzurum insanından söz açılmışken araya, konuyla ilgili bir sitemimizi sıkıştıralım:
Ne yazık ki, seyyahların, ediplerin, şairlerin, devlet adamlarının sitayişle bahsettikleri ve Sıtkı ağabeyin de sık sık üzerinde durduğu insan tipi son yıllarda aşırı şekilde aşınmıştır ve ruhunda topladığı güzellikleri bir bir toprağa gömmektedir. Artık aradıklarımızdan söz ederken hep toprağın altı gündeme gelmektedir. Şehir; çağın getirdiği büyük değişimin de etkisiyle gün be gün çözülmekte ve yazılara konu olan taraflarını yitirerek sıradanlaşmaktadır. Bir büyüğümüzün verdiği şu küçük örnek şehrin bu gün geldiği noktayı göstermesi bakımından oldukça mânidardır: “Bundan elli yıl önce Cumhuriyet caddesinde bir çocuk, bir büyüğe bir şey soracağı zaman “beyamca” diye hitap ederdi; şimdi herkese “dayı” deyip geçiyor. Sadece hitap etme yönünden nereden nereye geldiğimizi bir düşünün.”
Zaten Sıtkı ağabey de, geçmişin Erzurum’unu ne kadar övse de, bugünkü durumundan şikâyetçi olmaktan da geri durmuyor. Zira şehir; adeta çimento görevi yapan ve insanları bir arada tutan o dayanışma ve yardımlaşma ruhunu büyük ölçüde yitirmiştir. Bunun, göz göre göre şehrin de kaybedilmesi anlamına geldiğini hatırlatmaya gerek var mı bilmem?
“İnsanların kabiliyetleri ve kapasiteleri hakkında fikir edinmede, onun sükûtu, anlayanlar için çok önemli ipuçları verebilmektedir.”diyor Sıtkı ağabey. Yukarıda yazdığımız gibi, şair de öyle demiyor mu, “Erzurumlular ihtiva etmiş oldukları manâyı, sükûtlarıyla en iyi şekilde ifade eden kimselerdir.” diye… Zaten birçok söz de bize, sükûtu muhafaza etmenin önemli bir davranış biçimi olduğunu sürekli hatırlatmıyor mu?
Sıtkı ağabey de sükût ehli. Onun için de, yazdığı kitaplar daha çok sükûtunun eseridir diye düşünüyoruz. Yıllar yılı şifahî olarak dinlediği ve adeta zihnine nakşettiği bu güzel hatıraları; yeri ve zamanı gelince yazıya dökmesini bilmiş ve bunu gelecek nesillere armağan etmiştir. Dinlemesini ve sükût etmesini bilmeseydi hiç tutabilir miydi bunları hafızasında ve sonra dökebilir miydi kağıda!
Ruhu Aras’ın sularında yıkanan, çığlıkları Erzurum semâlarında yankılanan Aras boyunun sâkini Sıtkı ağabeyin, daha önce Dergâh Yayınları tarafından “Erzurumlu Sıtkı Bey” adıyla yayımlanan armağan kitabına yazdığımız bu yazıda acaba ifade-i meram edebildik mi?