Hayatı 1933 yılında Erzurum’da Yukarı Hasan-i Basri mahallesinde başlayan, şehrin yedi göbek yerlisi ve yaşayan halk müziği sanatçılarımızın en eskilerinden olan, sevenleri tarafından “Türkülerin Paşası” olarak adlandırılan Raci Alkır; cumartesi günü muhteşem bir geceyle Atatürk Üniversitesi Kültür Merkezi A Salonunda 60.sanat yılını kutladı. Büyük bir katılımla gerçekleşen gecede; duygu yoğunluğu çok yüksek seviyedeydi. Tamamıyla dolu olan o koskoca mekândaki dinleyiciler; söylenen türküleri, anlatılan hatıraları can kulağıyla dinlediler ve yer yer bu güzelliğe eşlik ettiler. Sanatçılığından ve Türk Halk müziğimize kazandırdığı türkülerden başka bir servete mâlik olmayan Raci Alkır için herhalde bundan daha büyük mutluluk olamazdı ya da çok azdı.
Bugün artık olgunluk çağına erişen ve bu yaşta bile, hâlâ müzikten kopmayan ve bütün ömrünü; doğduğu, yerlisi olduğu şehirde, Erzurum’da geçiren biri o… İsteseydi önüne çıkan fırsatları değerlendirir ve büyük şehirlerimizde sanatını icra ederdi. Ama o hep burayı, kanıyla, ruhuyla, kökleriyle bağlı olduğu coğrafyayı seçti. Bir sohbetinde söylediği şu söz; bu gerçeği çok güzel dile getirmektedir:
”Erzurum benim için vazgeçilmez bir kara sevdadır.”
İşte bu sevda, bu gecede karşılıksız olmadığını bir kere daha gördü; çünkü sevenleri, uzaktan yakından gelen dostları, akrabaları onu yalnız bırakmamış ve yaşarken de bir değer olduğunun farkına varmasını sağlamışlardı. Belki hissettiklerini kelimelerle çok fazla diyemedi ama, bu yaşta bile coşkuyla, şevkle, aşkla söylediği türküler ve yüzündeki ifade bunun en belirgin deliliydi.
Gecenin bir yanı ise hüzünle doldu. Sebebi; geceye davet edilen dostlarından, ömrünü, çabasını türkülere veren, bilgisini, kültürünü türküler için harcayan bir türkü sevdalısının, doğduğu ve köklerinin bağlı olduğu coğrafyaya, Kerkük’e; sesinin rengiyle türküleri bayrak eden Abdurrahman Kızılay’ın bir iki gün önce merhum ve diğer dostu Mehmet Özbek’in ise hastalanmış olmasıydı. Yaradan’dan birine rahmet, diğerine bolca şifa dilenen gece; saat on yedi de, türkülerin ve Raci Alkır’ın anlatıldığı bir panelle başladı.
Kırıkkale Üniversitesinden Prof.Dr.Salih AKKAŞ’ın yönettiği panelde, Doç. Dr. Şahin Gürsoy (Gazi Üniversitesi); türküler ve kültür arasındaki ilişkiden, İsmail BİNGÖL; Erzurum Türkülerinin Unutulmaz Sesi, Kaynak Kişi, Derlemeci, Sanatçı Raci ALKIR’dan, Doç.Dr.Dilaver DÜZGÜN (Atatürk Üniversitesi); türkülerin kaynaklardaki şekliyle türkü haline geldikten sonraki şekilleri arasındaki farklardan ve Salih TURHAN( Kültür ve Turizm Bakanlığı Ses Sanatçısı)’ın ise, türkülerin hangi yörelere ait olduklarıyla ilgili tartışmalardan sözettiği konuşmaların ardından konsere geçildi.
ŞairAli Akbaş, bir şiirinde;
"Kar erisin yaylalara göçülsün,
Yamaçlarda mor menekşe açılsın,
Rica et Raci'ye o da koşulsun,
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle" diyerek; çok sevdiği türkülerle ilgili bir isteğini dile getirdiği gece; Raci Alkır’ın söylediği gazel tarzında bir eserle, yürekleri manevi hislerle doldurarak başladı ve aynı şiirin bütün dörtlüklerinin son mısraında “Kerem et Mükerrem bir türkü söyle” dediği, sanat hayatı boyunca onlarca türkü ve uzun havanın tanınıp sevilmesine emsalsiz sesi ile katkı sağlayan, özellikle, uzun havaları ve hele de "Göç göç oldu göçler yola dizildi", "Hüma kuşu” adlı türküleri bir başka söyleyen Mükerrem Kemertaş’la devam etti.
Yazar Tahir Abacı, "Bir Zamanlar Anadolu'da" kitabında kendi zamanının türkülerini anlatırken şunları söylüyordu "Hüma Kuşu" adlı türkü için:
“970’lerde efsaneleşmiş 45’lik türkü plakları vardı. Sözgelimi o yıllarda cezaevlerinde, öğrenci yurtlarında (...) kimi türküler de huşu içinde dinlenirdi. Bunlardan biri, derleme kayıtlarında Hulusi Seven’in sesiyle tespit edilmiş olan meşhur Erzurum mayası, yani “Huma Kuşu”ydu ve Mükerrem Kemertaş tarafından, “elektrosaz” garabetine rağmen unutulmaz yorumla, bir 45’likte seslendirilmişti.”
Ondan sonraki ses; gerçekten yorum gücüyle, kendine has duruşuyla, dinlerken yüreklere bıraktığı etkiyle ve son yıllarda yaptığı türkü tarzındaki bestelerle (Bunların çoğu TRT repertuarına kazandırılmıştır.) Türk halk müziğimiz içerisinde ayrı bir konuma sahiptir ve meraklılarınca yakından takip edilen bir sanatçıdır. Hele de hoyratları yaman söyler. Mehmet Çalmaşır’dır bu güzîde sanatçı… Yıllar önce yazdığım ve Mehmet Çalmaşır'ın şahsında bütün türkü sevdalılarına ithaf ettiğim şiirde de söylediğim gibi;
“Türkü bir hicranlı bakıştır sende
Çengelli kilime nakıştır sende
Bir kutlu töreye akıştır sende
Kerem et Mehmed’im bir hoyrat söyle”
“Raci Alkır’ın 60.Sanat Yılı” gecesine uzaklardan gelipte, sesleri, sözleri ve şiirleriyle katkı sağlayan, onu yalnız bırakmayan, sanatla gerçek manadaki ilişkileri geçmişte TRT Erzurum Radyosuyla başlayan ve ikisi de şu anda Kültür ve Turizm Bakanlığında ses sanatçısı olarak görev yapan Salih Turhan’ın, Günay Şimşek’in geceye kattıkları çok özeldi. Biri; panelist olarak anlattıklarıyla, diğeri Raci Alkır’a yazdığı ve orada okuduğu şiirle geceye ayrı bir katkı sağladı. Seslerine, yüreklerine sağlık…
Hoyratlarla, mayalarla, kırık havalarla sürüp giden geceye renk katan bir ikili vardı ki; artık onları bir çok kişi yakından tanıyor: Aysun Gültekin ve Nurullah Akçayır…
Aysun Gültekin’in Erzurum radyosundan İstanbul’a uzanan çizgide zaman içerisinde ortaya koyduğu gelişim ve değişim, Türk halk müziğimiz ve Erzurum’un yetiştirdiği sanatçılar açısından çok sevindirici… Bir bayan sesi olarak; söylediği uzun havalarla bu alandaki çok önemli bir boşluğu doldurduğu, gittiği yerlerde gördüğü ilgiden açıkça belli oluyor. İçten gelen ve hakikaten hissederek, candan ve yürekten, büyük bir samimiyetle okuyuşu; değdiği yerlerde büyük bir yankıya ve hüzne sebep oluyor; yeri geliyor yürek yaralarını depreştiriyor, yeri geliyor acılara merhem oluyor. Sen çok yaşa emi Aysun Gültekin!
Ya öbürü… Son çıkardığı albüme yazdığım kapak yazısında da dile getirdiğim gibi; “Sesinin gücünü, sazının nağmesini Anadolu toprağından alan bir türkü sevdalısı Nurullah Akçayır… Dağ dağ yükselen sesi vadilerde, koyaklarda yankılandıkça, su gibi çağlayan sazından yükselen nağmeler engin ovaları doldurdukça; türkülerden köprü kuruyor, uzakları yakın ediyor adeta… (…) Ne diyelim… Sesine… Sazına… Yüreğine kuvvet… Ha gayret!...”
Bahattin Karakoç’u genelde şair Bahattin Karakoç’la ara sıra karıştırsalar da tanımayanlar; biri şiirleriyle atıyor imzasını, diğeri; davudî sesiyle söylediği uzun havalarla… Dokunaklı bir seda ve yaralı bir eda içerisinde söylediği uzun havalar, divanlar; TRT Erzurum Radyosu arşiv kayıtları arasında özel bir değer taşımaktadır.
Sahnede yeralan sanatçılardan sondan bir önceki kişi; dostum, TRT Erzurum Radyosunun koro şefi, değerli arkadaşım Raci Alcan’dı. O belki tam olarak ses vermedi türkülerden… Ancak konuşmasında, Raci Alkır’ın musikimize kazandırdıkları konusunda güzel tesbitlerde bulundu ve uzun zamandır söylenmeyen, yine Raci Alkır’ın derlediği çok güzel bir türkünün yeniden dillendirilmesini sağlayarak, bu kadar uzun havanın getirdiği hüznün ardından ortamın neşelenmesini sağladı. Ayrıca bizim, fakülte yıllarımızda ondan radyodaki ortama dair çok şey dinlediğimiz de bir gerçektir. Çünkü o, radyodaki sanat çalışmalarına çok erken başlayanlardan biridir ve ara sıra bir mekânda toplandığımızda sazından yükselen nağmelere sesimizle eşlik edip, âleme bir avaz saldığımız da çoktur eskilerde…
Sıranın en sonunda oturan ve oradakilerin en genci olan Didem Dilara Duman’ı, bu yazıyı okuyanların çoğu hatırlayacaklardır. Geçen yıllarda TRT’nin yaptığı yarışmada o güzel sesiyle finale kalanlardan biri o… Sonrasında ise; TRT kurumunda Türk halk müziği sanatçısı olarak görevlendirildi. Kendisinin de söylediği gibi; orada bulunmak ve bu kadar ustayı bir arada dinleme fırsatına sahip olmak, bir daha kolay kolay ele geçecek bir şey değil… Kendisi de bu yolda hızla ilerleyen ve geleceğin çok önemli bayan seslerinden biri olmaya aday olan Duman’ın, henüz müzik bölümünde öğrenci olmasına rağmen, çalıştırdığı Tatbikat İlköğretim Okulunun çocuk korosuyla, Raci Alkır’a yaptığı jesti unutmamak gerek.
Buraya kadar hep ses sanatçılarından sözettik. Halbuki bu işin bir de sazla ilgili bölümü var. Şairin; “Ne şaha baş eğmiş, ne taca tahta” dediği bağlamayı, o güzel sesiyle meyi, o ruhları velveleye veren kanunu, şimdilerde yeniden şöhret olan Klarineti (Erzurum ağzıyla gıranatayı), defi, daire ve şu an hatırlayamadığımız diğer sazları unutmak ne mümkün… Ve de bunları elleriyle, nefesleriyle canlandıran o ustaları; başta Bayram Şengül’ü, Yener Temelli’yi, Ali Çelebioğlu’yu, Taner Şancı’yı ve diğerlerini… Selçuk Murat Kızılateş, Hüseyin Yalçın, Turgay Coşkun, Cemil Altun, Burak Çakır, Barış Demirci ve Serdar Akçelik’i… Hepsini sevgiyle anıyorum. Hepsi de yaşadığımız bu güzelliğin kendince bir parçasıydılar ve hepsine candan, yürekten teşekkürler…
Tabii bu tür organizasyonları yapmak ve başarıyla gerçekleştirmek o kadar kolay değil… Öncesinde ve sonrasında büyük bir dikkat, titizlik ve disiplin isteyen bu tür gecelerde birçok kişinin gayreti vardır. Hepsinin şahsında gecenin hazırlanmasında ve sunulmasında emeği geçen Yrd.Doç.Dr.Cengiz Şengül’e (Konser sırasında satışa sunulan Raci Alkır’la ilgili kitabı, yaşayan değerlerimize yaşarken saygı ve sevgi göstermemiz gerektiğinin kıymetli bir nişanesi olarak kabul edilmeli ve bundan sonrakiler için de bu çaba gösterilmelidir. Kutluyorum.), Vahit Alkır’a (O ki; babasından ve diğer ustalardan elde ettiği bilgi ve görgünün yardımıyla türkü vadisinde bir yer edinmenin çabasını vermektedir.), Yrd.Doç.Dr.Ömer Yılar’a ve vermiş oldukları destekten ötürü Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne, Atatürk Üniversitesi’nin değerli yöneticilerine (Özellikle orada bulunma inceliğini gösteren Rektör Yardımcısı Samih Diyarbakırlı’ya, Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi dekanı Prof. Dr. Ali Yıldırım’a ve değerli dostum, arkadaşım Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Reşat Karcıoğlu’na…) teşekkür etmek gerektiği kanısıydayım.
Bu gece aslında anlatılabilecek, kelimelerle tasviri mümkün bir gece değildi ve belki de bir daha yaşanması zor olan bir geceydi. Sözün özü; orada olmak ve bu geceyi yaşamak lazımdı.