Yeni bir ülkeyi görmek heyecanı içerisinde 30 Ekim 2017 Pazartesi saat 09 00 da Seviladan Portekize gitmek üzere aracımıza binip, batıya doğru yol aldık. İlk hedefimiz Portekizin başkenti Lizbondu.
Rehberimiz, Portekizde saatlerimizi bir saat geri almamızı söyledi. Böylece İstanbuldan ayrıldığımızdan beri üçüncü defa saat ayarlaması yapmış olduk.
Keyifli bir yolculuktan sonra saat 10. 30 da Algarve Nehrinin üzerindeki asma köprüden geçip ,Portekiz topraklarına girdik.
1145 yılında Alfonso tarafından krallık olarak kurulan Portekiz , şu anda parlamenter sistem ile yönetiliyormuş ve meclislerinde 260 milletvekili varmış.
Askerlik mecburiyetinin olmadığı Portekiz, 125 000 km2 yüz ölçüme ve 11.5 milyon nüfusa sahip bir ülke. Türkiyeyi Avrupanın arka bahçesi olarak gören Portekizde para birimi olarak Euro kullanılıyordu. Ortalama aylık gelirin 750 Euro civarında olduğu bu ülkede 250 ml su 1 veya 1.5 Euroya satılıyordu. Lokantalarda bir öğün yemek ise ortalama 15 Euro civarındaydı.
Yolculuğumuz esnasında yolun her iki tarafında göz alabildiğine çok mantar ağacı, fıstık çamı ve okaliptüs ağacı gördük. Ekonomik değeri olan bu üç ağacı kesmek yasakmış.
Portekiz, sadece mantar ağaçlarından yılda bir milyar dolar civarında gelir sağlıyormuş.
Portekiz de gezdiğimiz her yerde mantar ağacından yapılan kemer, çanta, şapka ,oyuncak ,takı gibi hediyelik ürünler gördük.
Lizbona girmek üzereyken rehberimiz 1755 yılında burada çok şiddetli bir depremin yaşandığını ,depremle birlikte Tsunaminin oluştuğunu ve bu esnada 50 m yüksekliğinde dalgaların meydana geldiğini anlattı.
Lizbona girişte 96 m boyunda bir İsa heykeli bizi karşıladı. Muhteşem görünüşlü bu heykelde Hz. İsa ellerini açmış Lizbonu kucaklıyordu.
25 Nisan Köprüsünden geçerken kendimizi İstanbulda ki Boğaziçi Köprüsünden geçiyor zannettik.
Sol tarafımızda eşsiz güzelliği ile Atlas Okyanusunun girişi ,sağ tarafımızda ise Lizbon Mezarlığı vardı.
Alcantara Bölgesine geldiğimiz de hava sıcaklığı 31 dereceydi. Sol tarafımızda kaşifler anıtı, güzel sanatlar müzesi ve Belen Kulesi bulunuyordu. İstanbul Boğazını hatırlatan Tejo Nehri harika görünüyordu.
Keşiflerin 500 yılı münasebetiyle 1960 yılında kireç taşından yapılmış kaşifler anıtı, harikulade bir sanat eseriydi
.
Anıtın en başında kaşiflere öncülük eden Kral Henrinin heykeli vardı.
Bu anıtta, astrolog, haritacı, din adamları, günlük yazıcıları gibi insanların heykelleri bulunuyordu. Bunların arasında olan Vasco da Gama beşinci kişi olarak yerleştirilmişti.
Anıtın ilerisinde Bir çeşit pusula olan demir küre bulunuyordu .Zeminde ise keşfedilen yerleri gösteren büyük bir harita mevcuttu.
Caddenin karşısında Jeronimos Manastırı tüm görkemiyle duruyordu. Manastırda çalışmalar olduğundan içeriyi gezme şansı bulamadık ama dışarıdan bu manastırı gördük.
Dolu dolu geçen bu gezimizden sonra Portekizde meşhur olan ve Belem ismi verilen tatlıyı yemek için tarihi bir pastaneye uğradık.
Pastane de öyle bir kuyruk vardı ki zannedersiniz ki içeride tatlıyı bedava dağıtıyorlar.
Bu manzarayı görünce Emin Önünde ki Kuru Kahveci Mehmet Efendi Mahdumları isimli dükkanın önündeki kuyrukları hatırladık.
Neyse ki bizim rehber maharetini kullanıp bu tatlıdan kısa sürede bize yetiştirdi. Milföy hamuru ve krema ile yapılmış bu tatlı, her ne kadar reklamla ün yapmış olsa da bizim kadayıf dolması ve demir tatlısının yanında hafif kalır diye düşündük.
Laz böreğine benzeyen tatlıyı yiyip caddede biraz dolaştıktan sonra VII Edvard Parkına gitmek için aracımıza bindik.
Bizim Denizlinin sembolü gibi buranın sembolü de horozdu.
Horozun da yöreye ait güzel bir hikayesi bulunuyordu.
Barcelo isimli şehirde, gözü kimseleri görmeyen, gönlünü kimselere kaptırmayan çok güzel bir kız yaşıyormuş. Yine aynı şehirde çok yakışıklı bir delikanlı varmış.
Gönül bu derler ya ! . Kimseleri beğenmeyen kız ,bu yakışıklı delikanlıya sevdalanmış. Ama , delikanlı kıza hiç yüz vermeyip ,oralı bile olmuyormuş. Bu durumu içine sindiremeyen kız, sinsi bir plan hazırlamış.
Bir miktar parayı delikanlının atının eyerine saklamış. Delikanlı yanından geçerken param çalındı diye birden avazı çıktığı kadar bağırmış ve toplanan kalabalığa dönerek parasını delikanlının çaldığını söylemiş.
Bir anda gözler delikanlının üzerine yoğunlaşmış .Delikanlı ben çalmadım dese de derdini anlatamamış. Atın üzerinde yapılan aramada para bulununca ,delikanlının parayı çaldığına karar verilmiş.
Apar topar genci kralın karşısına götürüp olup biteni anlatmışlar. Horoz yemekte olan Kral olayı dinledikten sonra, gencin kellesinin vurulmasını emretmiş.
Son bir hamle yapan genç ,Kralım ben suçsuzum ,bakın benim suçsuz olduğumu bu yediğiniz horoz bile biliyor demiş ve o anda bir mucize gerçekleşmiş , horoz ötmeye başlamış. Bu olayı gören Kral ,genci affetmiş ve kızla evlendirmiş .Bundan sonrada horoz yörenin simgesi olmuş.
Gördüğümüz Anayasa Mahkemesinin çatısında , ortasında kraliyet arması olan yeşil- kırmızı Portekiz bayrağı dalgalanıyordu.
2 600 000 nüfuslu Lizbonun en turistik yerlerinden biri Rossıo Meydanıydı. Ortasında yüksek bir anıt ve fıskiyeli bir çeşmenin bulunduğu bu meydanın etrafı tarihi binalarla doluydu ve Lizbonda kaldığımız iki gün boyunca burası bizim gurubun buluşma noktası olmuştu.
Tren istasyonu ve gidip gelen tramvaylar hareketliliğe renk katıyordu.
Arabayla gittiğimiz VII Edvard Parkı ise yeşilliklerle oluşturulmuş bir müzeyi andırıyordu.
Burayı görünce, bizim Yanık Dere Şehitliğinin mahzun hali gözümde canlandı diyebilirim.
Park, yüksek bir yerdeydi ve önünde kestaneciler vardı. Lizbon buradan harika görünüyordu.
San jarge Kalesini uzaktan gördükten sonra hava karamaya başlamıştı. Tekrar Rossıo Meydanına geldik. Bu arada, günaydın kelimesinin Portekizce karşılığının bondia olduğunu ,teşekkür kelimesi içinde avrigado( erkekler ) ve avrigada (kadınlar) denildiğini öğrendik.
Burada çok fazla lokanta ve iş yerleri vardı. Sardalye konserve mağazası görülmeye değerdi. Eşimle birlikte yemek konusunda değişmez menümüz olan etsiz margarita pizza yapan bir lokantada karnımızı doyurduk. Daha sonra ekibimizle buluşup aracımıza bindik ve 18 km uzunluğundaki Avrupanın en uzun köprüsü olan Vasco da Gama Köprüsünden geçerek otelimize geldik.
Erzurumdan getirdiğimiz kete, çörek, çivil peynir ve kavurmanın çok makbule geçtiğini de bu arada söylemek isterim.
Bu nevalelerimizle yaptığımız kahvaltının ardından 31.10.2017 sabah 09 00 da Lizbonun sayfiye yerlerini görmek için turumuza başladık.
Yoldaki araçların plakaları çok ilginçti. Belli kuralın olmadığı plakaların sağ tarafındaki rakamlar , aracın trafiğe çıkış tarihini (09-2009) gösteriyormuş.
Bu arada önümüzden geçen 25 plakalı araçları görüntülemeyi de ihmal etmedik.
Araçtayken , rehberimiz Kamil Bey, Katalon başbakanının Belçikadan sığınma talebinde bulunduğuna dair haberi bizimle paylaştı.
Sol tarafımızda ünlü Benfica Stadyumunu gördükten sonra Lizbonun zenginlerinin yaşadığı Sintraya geldik. Oldukça sesiz olan ve Unesco tarafından korumaya alınan Sintrada ki evlerin mimarileri bir birinden çok farklıydı ve bacaları çok süslüydü. I Manulein 1520 yılında yaptığı Sintra Kraliyet Sarayı ile Belediye Meclis Binasını gördük. Belediye Meclis Binasının önündeki armanın üzerindeki bayrağımızı hatırlatan ay- yıldız çok ilgimiz çekti.
Sintrayı hayranlıkla gezdikten sonra , Avrupanın en batı ucunun bulunduğu Cabo do Roca denilen bölgeye gitmek için yola çıktık ve yolumuzun üzerinde ki Sintra Ulusal Milli Parkından geçtik.
Portekizliler turizmden her fırsatta gelir elde etmenin hesaplarını yapmışlar yani fırsatı, paraya çevirmişler. Şöyle ki informatıon bürosuna gidip 10 Euro verdiğinizde size Avrupanın en batı ucuna gelmiştir diye sertifika bile veriyorlar.
Avrupanın en batı ucuna geldiğimizde muhteşem bir manzara ile karşılaştık. Önümüzde uçsuz bucaksız Atlas Okyanusu vardı ve alt taraf uçurumdu.
Patika yollardan geçip bu olağan üstü manzarayı doyasıya seyrettik.
Batı ucunda üzerinde haç olan bir anıt vardı. Bu anıtın ön yüzünde bir yazı bulunuyordu. Bu yazının alt kısmında ise üzerinde ay ve yıldız olan bir arma vardı.
10 Euro verip sertifika almasak bile Avrupanın en batı ucunu görmenin hazzıyla bu bölgeden ayrılıp sahil şehri Cascaise gitmek üzere tekrar aracımıza bindik.
Cascais, uçsuz bucaksız kumsalı ve plajları olan bir sayfiye yeriydi. Sağ tarafta kalesi vardı. Denize giren ve güneşlenen insanları görünce onlara gıpta ettik. Madonna ve Ronaldo gibi ünlülerin evlerinin olduğu Cascaisde lezzetli tavuk pişiren lokantalar vardı. Bizde çoğunluğa uyup kızarmış tavuk yiyerek karnımızı doyurduk. Lokantalarda ekmeğin paralı olduğunu duyunca, ülkemizde bir tas çorba içerken ,bir somun yiyip, karnın doyuran ve üstüne ücretsiz çayını içen ülkemiz insanını da hatırlamadan edemedik.
Cascaisin çarşısını gezdikten sonra Estorile gittik .Burada dünyanın en ünlü kumarhanelerinden biri olan Casino Estorili uzaktan gördük.
Yorucu bir günün ardından tekrar Lizbona geldik. Rehberimizin verdiği serbest zaman içerisinde tarihi asansörün olduğu kuleye geldik. Galata Kulesini hatırlatan bu kuleden Lizbonu tepeden seyrettik.
Aşağı inip kemerli kapıdan geçip etraftaki renkli görüntüler içerisinde kısa bir yürüyüş yapıp, sahile indik. Daha sonra tekrar değişmez menününüz olduğu bir lokanta bulup margarita pizzamızı yiyip, yorulana kadar çarşıyı gezdik ve verilen saat de toplanma yerinde buluştuk.
Yine 18 km uzunluğunda ki Vasco da Gama Köprüsünü geçip otelimize vardık. Çayımızı demleyip ,kesme şekerle kıtlama çayımızı içip günün yorgunluğunu attık.
Devam edecek...