Polis
memuru Suat Orak’ın görev başında bir hasta tarafından şehit edilmesi,
emniyet teşkilatında olduğu kadar, toplum içinde de büyük bir üzüntüye
yol açtı.
31 yaşında genç bir insan; eşi de üç aylık hamile…
Üzülmemek mümkün mü?
Taş yürekliler bile kayıtsız kalamaz.
Dün telefonun ucundaki bir okurumuz üzüntüsünden duygularına gem vuramadığı için aynen şunları söyledi:
“Adam
iki polis memurunu bıçaklıyor, biri şehit olmuş öteki ağır yaralı.
Böyle birisi nasıl sağ olarak teslim alınır anlamak mümkün değil. Niçin
onu kevgire çevirmemişler ki…”
Konuşmamızın sonunda öğreniyorum ki bu
zat, 12 Eylül 1980’de tutuklanmış ve emniyette haftalar süren bir
işkenceye tabi tutulmuş.
Ama öfkesi ve yüreğini yakan acı, geçmişin üstüne sünger çekmiş.
“Kana kan, cana can” diyordur.
Galiba:
Duygularımızın aklımızın önüne geçmesi, işte böyle bir şeydi…
Sağduyu, adalet ve hukuk rafa kalkıyor.
Başka bir ifadeyle madem o birini öldürdü, birileri de onu öldürmeli.
Lakin hem İslam dini, hem de hukuk böyle demiyor.
Yani o birilerini öldürdü diye, birileri de onu öldürmelidir şeklinde cevaz verilmiyor.
Çünkü devlet, bireylerden çok farklıdır. Devlet, kin ve nefret duygusuyla hareket edemez.
Öyle
olmasaydı şayet şehit edilen polis memuru Suat Orak’ın mesai
arkadaşları zanlıyı almaya gittiklerinde öyle bir şiddet kullanırdı ki,
zanlı hasta bile olsa kimsenin umurunda olmazdı.
Fakat tam tersi oldu:
O şehit polisin mesai arkadaşları canları yanması pahasına adaletten ve insan haklarından zerre şaşmadılar.
İşte devleti bireyden ayıran fark da budur.
Yani duygularıyla değil, aklıyla hareket etmek.
Ahmet Cevdet Paşa, bugün bile hukuk düzenine ölçü olan o meşhur eserinde (Mecelle) müthiş bir örnek veriyor.
Hukukçuların çok tuttuğu o örnek şudur:
Adamın
biri işlediği bir suçtan ötürü idam cezasına çarptırılmış. Olay
İstanbul’da geçmektedir. Sanık, suçu Anadolu yakasında işlediği için
orada yargılanıp, cezaya çarptırılmış. Ancak cezanın infazı Avrupa
yakasında yapılabileceği için, sanık elleri kolları bağlı halde kayığa
bindirilmiş ve infaz için öteki yakaya gönderilmiş.
Kayıkçı ve idam
sanığı karşıya giderken, yolda müthiş bir fırtına çıkmış. Kayıkçı son
derece tecrübeli olmasına rağmen bakmış ki kayık batacak ve ölecekler.
Kayıkçı, şöyle bir hükme varmış:
Nasılsa bu adam karaya çıkar çıkmaz idam edilecek. Şu halde ben onun için kendimi tehlikeye atmak yerine, kurtulmaya bakayayım.
Nitekim öyle de yapmış.
İdam mahkumu suçluyu, eli ayağı bağlı olarak kayıkta bırakıp, denize atlamış ve yüzerek karaya çıkmış.
Son derece düz ve anlaşılır bir mantık:
Madem
ki bu adam karaya çıkar çıkmaz infaz edilecek, ha bir iki saat önce ha
bir iki saat sonra ne fark eder ki… Ben kendimi kurtarayım.
Fakat hukuk buna cevaz vermiyor.
Çünkü hukuk, devlet adına bireylere infaz yetkisi vermez.
İdam
mahkumu sanığı elleri ve kolları bağlı halde kayıkta bırakıp kendini
kurtaran o kayıkçı ertesi gün yargıç karşısında buluyor kendini…
Suçu belli:
İdam
mahkumu biri de olsa onun yaşama hakkını elinden alma yetkisi sana
verilmemişti. Senin görevin o idam mahkumunu sağ salim karşı yakaya
çıkarıp, görevlilere teslim etmekti. Ama sen durumdan vazife çıkardın ve
olmayan bir yetkini kullanarak, sanığı ölüme terk ettin. Ya o sanığın
masum olduğu ortaya çıksaydı ne olacaktı?
Hukuk böyle bir şey işte…
Adam katil ama hasta…
O’nu teslim almaya giden polis, canı ne kadar yanı olsa bile hukuk dışına çıkamaz. Ve Erzurum polisi de çıkmadı.
Aynı
olay Amerika’da olsaydı, o hasta katil evinde yüzlerce kurşuna hedef
olurdu ve kimse de niçin bu adamı yargılamadan infaz ettiniz demezdi.
Çok şükür ki biz öyle değiliz.
Polisimiz duygularıyla değil, aklıyla hareket ediyor.
O
polis memurlarının yerine kendinizi koyunuz; eşi üç aylık hamile olan
bir arkadaşınızı bir “deli” bıçakla öldürüyor. Acaba hangimiz sağduyulu
davranabiliriz, kaçımız hukuk çizgisinde kalabiliriz?
Ama Türk polisi kalıyor.
Kalmak da zorunda…
Çünkü devleti bireyden ayıran özellik budur.
Aslında sorun şu:
O hasta adam, geçen yıl da aynı şekilde ailesine şiddet uygulamış ve aile polisi arayarak yardım istemiş.
Polis aynı adamın evine gelmiş ve bir sorun çıkmadan alıp hastaneye götürmüş.
Muhtemelen bu sefer de aynı olacağını düşündükleri için polisler ilave bir önlem almamışlar.
Nasılsa şahıs hasta…
Fakat
gelin görün ki o hasta şahıs bu defa hiç de umulmayan bir davranışta
bulunarak, kapısına dayanan iki polis memuruna bıçakla saldırıyor: Bir
polis şehit, öteki yaralı…
Şehit polis için; eşi ağladı, ailesi ağladı, meslektaşları ağladı ve bütün bir şehir ağladı.
Kim bilir belki de ana karnındaki bebeği bile ağladı.
Ülkedeki bu hengame içinde, bu olay ne kadar tesir yapmıştır bilinmez ama üzerinde durulması gereken bir vaka olduğu muhakkak…
Çünkü polis, kendisini infaz memuru yerine koymadı ve cezalandırıcı rolü üstlenmedi.
Polis bu duruşunu hayatıyla ödedi ama hukuku ayaklar altına almadı.
Tam bu noktada duygularımız başka şeyler söylüyor:
O akıl hastası adam, hazır elinde de bıçak varken öldürülmeliydi.
Lakin akıl ve hukuk tam tersini emrediyor:
Hayır…
Yani infaz edemezsin.
Genç bir polis memuru, bu emir uğruna arkasında hamile bir eş bırakarak hayata veda etti.
Yüreğimiz yandı…
Ama hukuk sistemi bir şey kazandı:
Kimse canı pahasına bile olsa, hukukun dışına çıkmamalı.
Keşke herkes bu ibret tablosundan bir ders çıkarabilse…
Hukuk devleti ile polis devleti arasındaki fark budur.
Polis devletinde sorgusuz infaz olur, hukuk devletinde ise, en azılı katillerin bile savunma ve yaşama hakkı vardır.
Bir
hukuk devleti, yaptığı gökdelenler, barajlar, otobanlar ve fabrikalarla
değil ancak ve ancak polis katili “deli”nin yaşama hakkını koruduğu
sürece büyük devlet oluyor.