"Yiğitlik
meydanlarında Allah'ın rahmetine kavuşan şehitlerimizin aziz ruhlarına
hep beraber Fatihalar sunalım." 1922. Mustafa Kemal
Bu
yazımızda Osmanlı Devleti'nin çöküşünün hızlandığı son yüzyılında,
askerlikten muaf olanlar, asker kaçakları ya da askere alınamayanların
durumlarını ele alacağız.
Osmanlı Devleti'nde mecburi askerlik hizmeti Sultan II. Mahmud zamanında getirildi. Yeniçeri
Ocağı'nın kaldırılmasından (1826) sonra Harbiye kuruldu (1834). Bu
askeri okuldan mezun olan subayların yanı sıra orduda mektepli
olmayanların yani Alaylıların da sayısı küçümsenmeyecek kadardı. İlk
defa askere alınmaya muvazzaf askerlik dendi. Bu askerlik hizmeti altı
yıldı ve ekseriya on yıla kadar uzanabiliyordu. Daha sonra 5 yıla
düşürüldü.
Yeniçeri
ordusunun kaldırılmasından hemen sonra kurulan ordu için yalnız Anadolu
ve Rumeli'nin Türk halkından Osmanlı ailesi erkekleri hariç asker
alınmaktaydı. Bu da 4 ila 5 milyonluk Türk nüfusuna tekabül ediyordu.
Müslüman
olmayanlardan asker alınmadığı gibi, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Doğu
Anadolu, Dersim ve havalisi, Doğu Karadeniz sahilleri, Arabistan
yarımadası memleketleri ve Trablusgarp gibi Müslüman bölge halkından
asker alınamıyordu. Daha sonra Bosna-Hersek ile Kozan'dan asker
almak için teşebbüslere girişilmiş kısman de olsa başarılı olunmuştu.
Doğu Anadolu'da Gavurdağ, Akçadağ ve Dersim bölgeleri, Halep ve Güney
Anadolu'nun bazı bölgeleri askere alınma çabalarına karşılık devamlı
isyan halindeydi.
Askerlikten muaf
olanların başında İstanbul ahalisi gelmekteydi. Başka yerde otursa bile
İstanbul'da doğmuş olanlar askerlikten muaftı. -İstanbul'un nüfusu 1894
yılında toplam 1.030.234 idi. Ülkenin toplam nüfusu da 16.606.969'du.- Bu durumu Hadika Gazetesi'nde yayımladığı "Müsavat/Eşitlik" başlıklı yazısında Namık Kemal, İstanbul halkı ile taşra halkı arasında mevcut bu eşitsizliğe dikkat çeker: « Şurasını
da unutmayalım müsavatın en garip bir suretle fıkdanı/yokluğu,
belirsizliği bizde görülüyor. Biz ki Müslümanlarız. Vatanımıza hem
paramızla hem canımızla hizmet ederiz. Sair vatandaşlarımız ki, edyan-ı
saire ( /diğer dinlere sahip) ashabı /arkadaşları, bu hususta yalnız
para sarf ederler. Acaba bize kavaslık (oklu askerlik) onlara köşe
sarraflığı divan-ı kudretten tevcih(lütfedilmiş) olunmuş bir hizmet
midir? Biz İstanbullularız, asker vermeyiz, vergi vermeyiz; fakat mesela
içtiğimiz tütün reji altına alınır. Sair vatandaşlarımız ki vergi
verirler, asker verirler."Biz İstemesek Zelil Olmazdık başlıklı yazısında da; Namık Kemal, « İstanbul
ahalisiyiz; bu meskenette, bu hizmetkârlık iptilasında devam ettikçe
adeta vatanımızın kalbindeki cerihalardan peyda olmuş kurt hükmünde
kalacağız. Canlarıyla vatanı koruyanların yüzüne ne yüzle bakacağız! Hiç
olmazsa tırnaklarıyla yer kazıp verdikleri tekâlif /vergi sayesinde bin
türlü nimete müstağrak/layık olduğumuz köylülerden utanalım." demek suretiyle askerliğin ve verginin köylünün sırtında olduğunu anlatmaktadır.
1909'dan sonra
devlet, İstanbul doğumlu olup Galata, Eyüp ve Üsküdar'da yaşayan ve
Müslüman olmayanların askere alınmalarını zorunlu hale getirdi. Sonra
din ve mezhep farkı gözetmeksizin çekilecek kur'a neticesinde askere
alınacak erlerin mızıka ve sanayi birliklerinde çalıştırılması uygun
görüldü.
1894 yılında Hicazın toplam nüfusu 3.750.000 idi. Çok azı istisna olmak üzere Hicaz'da doğanlar da askerlikten muaftı.
Arap
Bedevileri, Girit ahalisi ve Arnavutlar, Suriye'nin bir kısmı, Doğu
Anadolu'nun bazı vilayetleri bir kısmı askerlikten muaftı. Alınmak
istendiğinde isyanlarla karşı konulduğu için vazgeçildi.
Ülkenin
birçok yöresinde nüfusa kayıtlı olmayan aşiretler ve özellikle de Irak
topraklarında nüfusa kayıtlı olmayan aşiretlerin çoğu askere gitmiyordu.
Kayıtlı olanların da firar etmeleri nedeniyle aşiretler içerisinde
gönüllü birlikler oluşturuluyordu. Müslüman olup göçebe halde
yaşadıkları için askere alınamayan Kürt aşiret ve kabilelerin iskân
edilerek asker alınmasını Said Paşa teklif etti. II. Abdülhamit ülkede
huzur ve sükûn istediği için isyanlar istemiyordu. Doğu Anadolu'da
aşiretlerin iskân meselesine gerek kalmadan Hamidiye Süvari Alayları
kuruldu. Aşiret ağalarına maaş, rütbe ve nişan verilmek suretiyle
komutan tayin edildi ve subaylık verildi. Alay haline gelen aşiretler
vergiden muaf tutuldu.
Tanzimat
Fermanıyla kabul edilen önemli maddelerden birsi de Müslüman olmayan
tebaanın askere alınmasıydı. Mecliste Gayrimüslimlerin askere alınmaları
uzun tartışmalardan sonra askerlik hizmeti yerine nakdi bedeli Islahat
Fermanıyla kabul edildi. Gayrimüslim olmasına rağmen, sahilde yerleşik
olan Rumların Osmanlı donanmasında kullanılmaları kabul edildi.
Osmanlı da bedelli askerlik sadece Müslüman olmayanlar için değil,
Müslüman olanlar için de geçerliydi. 1846'da zengin Müslüman ya yerine
birini buluyor ya da 50 altın vererek muaf oluyordu. Eğer yine kurâ yani çağrılıma olursaen yakın istediği askeri birlikte 5 ay eğitim görmek şartıyla 50 altın yine vererek muaf oluyordu. Müslüman
zenginlerin ödediği altınları muvazzaflık hizmetinden kurtulmak
içindi. Haziran 1856'da bedelli askerlik vergisi resmen yürürlüğe
girdiğinde Gayrimüslimler 65 altın verip Müslümanlar gibi 5 yıl değil de
60 yıl askerlikten muaf oluyordu. Borçlarını da Müslümanlar gibi peşin
değil, taksitler halinde ödüyordu. 1884 yılında Osmanlı Ülkesinde Gayri Müslimlerin toplam nüfus 4.533.507'idi.
Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin, İttihat ve Terakki Partisini en sert eleştiriye tabi tuttuğu nokta; "Türkçülüğü
benimseyen bir parti nasıl olur da vatanın savunmasında cepheye sadece
Türklerin gönderilmesini ister. Bunda amaç, Türklüğe hizmet değil,
Türklerin yok edilmesidir."
Yeri
gelmişken şu eleştirimi yapmama müsaade ediniz. Bağımsızlığını
kazanmış, muasır medeniyeti geçmeyi kendine hedef yapmış bir ülkenin
gençleri, üniversitelileri ne yazık ki siyasiler ve sözde aydınlar
tarafından hedef tahtası yapılmıştır. 1980 öncesi NATO'nun yeşil kuşak
ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin sıcak denizlere inme
projelerini gerçekleştirme uğruna her biri ülkemiz için altın değerinde
olan gençlerimizi sağcılık ve solculuk adı altında ideoloji zehriyle
uyutarak birbirine kırdıranların bu millete hizmet değil, ihanet
ettiklerini düşünüyoruz.
Balkan savaşlarında üst üste alınan yenilgilerde askere büyük ihtiyaç
duyuldu. İttihat ve Terakki 1909 yılında çıkardığı Ahz-ı Asker (Asker
Alma) kanununu gereğince gayrimüslimlerin de askerlik yapması zorunlu
hale getirdi. Çanakkale
cephesinde Rum, Musevi, Ermeni, Keldani, Yezidi ve Nusayri gibi
gayrimüslimler geri hizmetlerde yazışma, terzilik ve marangozluk gibi
işlerinde görevlendirilmek üzere askere alındı. Birinci Dünya Savaşı'na kadar İslam olanlarla olmayanlar yan yana
askerlik yaptılar. Kayseri de askerlik dairesi önünde 1888-1889 doğumlu
Hıristiyan gençlerin İstanbul'a askerlik sevki için Hükümet ve Askerlik
Dairelerinin önünde bir tören yapıldı. Törende Ermeni Cemaati Papaz
Eristakis ve Muallim Menyas efendiler birer konuşma yaptılar.
Kendilerinin böyle vatan savunmasında görev almalarını tebrikle
karşıladıklarını, bu kutsal görevde üzerlerine düşeni halis niyetle ifa
etmeleri gerektiğini belirttiler. Sonra dua edildi. "Yaşasın Osmanlı Ordusu" sözleri ve dualarla askere uğurlandılar. Osmanlı ordusunda artık
Ermeni, Yahudi, Rum onbaşılar, çavuşlar görev yapıyordu. 1886'dan beri
de Osmanlı askeri okullarından mezun olan gayrimüslimler orduda görev
yapmaktaydı. Asker ihtiyacının azımsanmayacak kadarı gayrimüslimlerden
sağlanmaktaydı. Birinci Cihan Savaşından sonra İngilizlerin isteğiyle
ordudaki tüm gayrimüslimler terhis edildi.
Askerlikten muaf
olan kesimlerden birisi de medrese âlimleri ve öğrencileriydi. Sadece
II. Meşrutiyet öncesinde İstanbul medreselerinde yaklaşık 25 bin öğrenci
vardı. Trabzon'un Of ilçesinde de 70 medrese vardı ve askerlik çağında
hemen herkes bu medreselere kayıtlıydı. Kayseri merkezde 1910'da 30
medresede 2000 öğrenci eğitime devam ediyordu. Anadolu'daki medereslerin
çoğalmasının temel nedeni askere gitmeme isteğiydi. Büyük illerde
bulunan idadiler/liselere bakınca bu mekteplerin öğrencileri hemen tümü
vatan savunmasında yer aldığını görüyoruz. Kayseri Sultanisi/Lisesi
öğrencilerinin son sınıfta bulunanların çoğunluğu Sakarya cephesinde
askerlik görevlerini yaptıkları için mezun vermemiştir. Öte yandan
askere gitmek istemeyenlerin bir kısmı medreselere kaydoluyor, sekiz
yıllık medreseyi on sekiz yıla çıkaranlar oluyordu. Çoğu sene de eğitime
devam etmiyordu. Medrese idaresinden bir şekilde aldığı tasdikli
öğrenci belgesini askerlik şubesine ibraz etmek suretiyle askerlikten
muaf oluyordu. Balkan Harbi sırasında İstanbul'da bulunan 180 medresede
eğitime ara verildi. Balkan harbinde gönüllü olarak askere yazılan
medrese öğrencileri de vardı.
Yine Osmanlı'da
kadılar, müderrisler, imamlar, müezzinler, tekke şeyhleri, muayyen
derslerini vermek şartıyla medrese talebesi, Kabe-i Muazzama, Mescid-i
Nebevi, Mescid-i Aksa hademesi, Peygamber kabirlerinin türbedarları,
bizzat padişah hizmetinde on dört sene bulunanlar, mızıka-ı hümayun
üyeleri ve hademesi askerlikten muaftı.
Devlet memurları da
askerlik hizmetinden muaftı. Hekim, baytar ve eczacı gibi sağlık
memurları askerliği kıtada görev yaparak yerine getiriyorlardı.
Bir ailenin tek
oğlu, yetim bir kızla evleneni, hanımının ailesi uzakta olanı askere
alınmıyordu. Dul kadınların tek oğulları askerlik hizmetine alınmıyordu.
Bundan dolayı da öksüz kızlar hali- vakti yerinde olanlar tarafından
hemen nikâh altına alınıyordu. Çok uzak yerden evlenenlerin de
muafiyetleri vardı.
Sonradan Müslüman
olanlar, beş seneden çok pranga cezası alan cinayet suçluları, askerliğe
yaramayacak derecede engelli ve maluller, Yetmiş yaşını geçen veya
sakat birinin başka kimsesi yoksa askerlik çağına gelmiş ve işe yarar
tek oğlu askere alınmayıp tecil edilirdi. Evinde veya köyünde kendisine
bakacak 15 ile 70 yaş arası, iki gözü görür, sağlam oğul, torun, peder,
kardeş, damat gibi kimsesi olmayan erkek veya dul kadının tek oğlunun
askerliği ertesi seneye tecil edilirdi. Başka yakını bulunsa bile, iki
oğlu olup, biri askerde bulunan kimsenin ikinci oğlu, ağabeyi terhis
olmadan askere alınmazdı. Müstakil evi olup, köyü içinde evinin işini
görecek baba, kayınpeder, 25'ini geçmiş kayınbirader gibi yakını
bulunmayan veya yakını olsa bile evinde bakmakla mükellef olduğu küçük
çocuk ve yetimler bulunan gence "muinsiz" denirdi ve askerliği tecil
olunurdu.
Yerine bir başkasını
göndermek (bedel-i şahsî) veya askeriyeye iki hayvan beslemeyi taahhüt
etmekle de askerlik mükellefiyeti yerine getirilmiş sayılırdı. Bu usul
sonradan kaldırıldı. Askere kendi atıyla gelenlerin askerlik hizmetleri 4
yıldan 2 yıla düşürülüyordu.
1909'da rediflik
kaldırıldı. Müslüman-Gayrimüslim herkes için mecburî askerlik getirildi.
Askerlik müddeti 3, bahriyede 5 sene oldu. Liseden yukarı tahsili
bulunanlar ihtiyat zâbiti (yedek subay) edildi. Ancak uzun süren
harpler halkı bezdirmiş; son asırda askere gitmek kaçınılması gereken
bir eziyet olarak görüldüğünden asker kaçaklarının sayısı artmıştı. 1921
Yunan Harbi'nde bile binlerce asker kaçağı sebebiyle İstiklâl
Mahkemeleri kurulmuş, çok sayıda kaçak ve yatakçısı ağır
cezalandırılmıştı.
Askerlikten
muaf olanların, alınamayanların ya da kaçakların kimler olduğunu
gördük. Esasen, bu kesimlerle ilgili vermeye çalıştığımız bu bilgiler,
bir yolunu bulup özellikle her şeyin üstünde tuttuğumuz vatan görevinden
kaçan kesimler hakkında da önemli ipuçları vermektedir.
Ziya Paşa vatani görevini seve seve yapan ve bunu bir şeref sayan vatan evlatlarının, "Sabansız köylü, çıplak asker, ağır vergiden küçülmüş ve insansız kalmış köylü olduklarını" söyler.
Vehbi Koç da savaş yıllarında halkın durumunu şöyle tasvir eder: "Ankara
halkının çoğu Müslüman Türklerdi. Bir de Hıristiyanlar ve Museviler
vardı. Hıristiyanlar çalışırlar, kazanırlardı. İyi yer, içer,
eğlenirler; güzel evlerde otururlardı. Pazarları hafta tatili
yaparlardı. Türkler de çoğunlukla ya hoca, ya bakkal, ya bekçi, ya da
ambarcı olurlardı. Hıristiyanlar askere alınmazlar, bedel öderlerdi.
Askere gitmediklerinden daha rahatça iş yapma, dükkân açma olanağı
bulurlardı. Türk'ün ise tükenmek bilmeyen bir görevi vardı; Kur'a,
ihtiyat, redif denilen, sonu gelmeyen askerlik hizmeti ve bu hizmet
sırasında açlıktan, sefaletten veya düşmanla çarpışırken ölmek. İşte
Ankara'nın hali bu, Türkiye'nin hali buydu."
Köylerde hububat
türünden ürünler yetiştiren Türklerdi. Mesela Rumeli'de bağcılık ve ipek
böcekçiliği ve tütün ticareti gibi işlerden çok uzaktılar. Ziraat
ürünlerinin pazarlamasını ise Rumlar yapıyordu. Bu şekilde zenginleşen
yerli Hristiyanlara Çorbacı, ecnebilere ise Çelebi adı verilirdi.
Türkler ne zenaat sahibiydi, ne de servet? Ziraat dışında yaptıkları
hamallık, amelelik, arabacılık, nalbantlık ve saraçlıktır. Bir zanaat
sahibi olanları binde bir denecek kadar azdı. Kasaba ve şehirlerde
Avrupa mallarını satanlar, yani manifaturacı, beyaz, camcı, hırdavatçı,
kırtasiyeci ve diğer bütün esnaflık başta Ermeniler olmak üzere
Yahudilerin ve Rumların işiydi. Büyük ithalatçılığı da Ermeni, Yahudi ve
Rumlar yapıyorlardı. Sanatkârlar da büyük ölçüde onlardandı. Demircilik
Ermenilerin, mandıracılık Yahudilerin işiydi.
Yine
özellikle altın, elmas ve gümüş işlemeciliği Musevi ve Süryaniler,
kalaycılık, bakırcılık, ahşap işçiliği Gürcüler, taş duvar ustalığı,
değirmencilik ve fırıncılık Ermeniler tarafından icra edilmekteydi.
Sağlık da onların elindeydi. Osmanlı'da hastane,eczane ve dispanserler yalnız büyük kentlerde özellikle İstanbul'da
toplanmıştı. Eczacılık hemen hemen tümüyle yabancı/ ecnebi uyruklu veya
Gayr-i Müslim olan kişilerin tekelinde bulunuyordu. Türk eczacılar ancak
1900'lü yıllardan itibaren bu alanda varlıklarını göstermeye
başlamışlardı. 20. yüzyılın başlarında İstanbul'da yaklaşık 220 özel
eczaneden yalnızca 10'nun sahibi Türk'tü. Eczacılık,hekimlik bilhassa dişçilik ve büyük şehirlerde berberlik,
değirmencilik, kunduracılık, balıkçılık, sarraflık ve bankacılık dahi
Rumların ve Ermenilerin ellerindeydi. Hâsılı nerede kolay ve bol para
kazanılırsa, oraları onlar tutmuşlardı. Hıristiyanlar askerlik
müddetince senede yedi buçuk kuruş vergi verirler, dükkân açar, mağaza
işletir, sanat sahibi olurlar, faizcilik yaparlardı ve bir ifadeye göre
refah ve saadet içinde güzel konaklarda, köşklerde, mevsimine göre
yazlık ve kışlık evlerde otururlardı. Acı ve gurbetten uzak oldukları
için ağıt yakacak acılı hayatları yoktu. Ticari hayata hâkim olan
azınlıklardan Erzurum, Kayseri ve Vanlı Ermeniler, bütün Osmanlı
Ülkesinde ticarethaneler, binalar, hanlar, apartmanlar ve geniş araziler
elde etmekteydiler.
Türkler
kalem efendiliğine taliplerdi. Ticaret, sanayi ve esnaflık işlerine
hakaretle, en azından yüz buruşturarak bakarlardı. Dünyaya bu gözle
bakmalarının altında elbette bir neden vardı.
Halkın arasında dolaşan dünya anlayışına neden şu zihniyetti; "Dünyasını
seven Ahiretten olur. Allah sevdiği kuluna dünyalık vermez. Cennet yolu
viranelikten geçer. Dünya Hıristiyanların, Ahiret İslamların. Medeniyet
dediğin bina ile zinadır. Müslüman ya illetten, ya kılletten
(kıtlık,azlık), ya zilletten hali olmaz.
Halk,bu kadar umutsuzluğa rağmen sonra da kurtuluş için sorumluluğu geleceğe
ve başkasına ait kılarak kurtarıcı mehdi, Mesih ya da müceddid bekler!
Atatürk, bu olumsuz zihniyete rağmen Anadolu'nun yurt edinilmesi durumunu şöyle izah eder. "Milletimiz
çok büyük acılar, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan
sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun temel sebebi şunlardır:
Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken diğer elindeki
sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi
olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık. Türkiye'nin gerçek
sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür."
Yukarıda askerlikten muaf olanları gördük. Şimdi şu soruları sormama müsaade edin.
Yüzyıllarca
bu kadar rahatlık içerisinde yaşadıkları halde askerlik sanatını
bilmedikleri halde nasıl oldu da Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar ve
Bedeviler ve aşiretlerin bir kısmı Rus, İngiliz, Fransız gibi sömürgeci
güçlerle işbirliği yaparak, çeteler oluşturarak, isyanlar çıkararak
Türklerle savaştılar?
Yine
madem, askere gitmedikleri halde bu kadar çeteciydiler vatanlarını,
canlarını, mallarını ve namuslarını korumak için canlarını feda eden
Türklere yardım edecekleri yerde, neden ihanet ettiler?
Peki, günümüzde kimler askerlikten muaf ya da kimler de muaf olmak istiyor?
Kaynakça
Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İstanbul,1990.
Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, Atatürk Kültür, Dil ve tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu yayınları, IV cilt, s.373. cilt II., s.1160-166. Cilt III, 180- 183.
İlhan Sungu, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar, Tanzimat, cilt 2, s. 799-798.
Kemal Karpat, 1830- 1914 Osmanlı Nüfusu, Çeviri, Bahar Tırnakcı, İstanbul-2003.
Mustafa Ergün, II. Meşrutiyet Döneminde Medreselerin Durumu ve Islah Çalışmaları,
Mehmet Arslan, Birinci Dünya Harbinde Çanakkale Cephesine Asker Alım İşlemleri ve Askerlerin Cepheye İntikalleri, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Yıl 13, Bahar-2005, Sayı 18.
Samet Altıntaş, Osmanlı Toplumu Zorunlu Askerliğe Uzun Süre Direndi, 24 Kasım Pazar. 2013, Zaman Gazetesi.
Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, İkinci Baskı, Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara,2005, s. 399.
Zübeyir Kars (Saltuklu), Ankara'nın Başkent Olduğu Yıllardaki Eğitim, Sağlık ve Sosyal Durumu Üstüne. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt XX, Sayı58, Mart -2004.
Zübeyir Kars (Saltuklu), Milli Mücadele'de Kayseri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara- 1998
Zübeyir Kars (Saltuklu), Kayseri ve Sivas'ın Çağdaşlaşmasında Vali Ahmet Muammer Bey, Erzurum-2008.
Ağrı
İbrahim Çeçen Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Anabilim
Dalı Öğretim Görevlisi, meslektaşım Salim Arpacı Beyefendi'nin şifahi
bilgisi.