Gün ağarmak üzere...
Her dakikası hareketli geçen İstanbul'da garip bir sessizlik hâkim.
Havaalanına gitmek üzere bindiğimiz araç İstanbul'un cadde ve sokaklarından geçerken, bu tılsımlı şehrin büyüsüne kendimizi kaptırıyoruz.
Güneş yavaş yavaş kendini gösterirken, rengârenk çiçeklerle bezenmiş caddeler göz kamaştırıyor.
Atatürk Havalimanı dış hatlar terminaline gelmemiz fazla zaman almıyor.
Havalimanı yine hareketli günlerinden birini yaşıyor.
Yurt dışı harcımızı alıp, pasaport işlemlerini yaptırıp, bizi Odessa'ya götürecek olan uçağın bekleme kapısına yöneliyoruz.
Günlük gazetelerin başlıklarına göz attıktan sonra, uçağımızın kalkış vakti geliyor.
Uçağımıza binip Odessa'ya doğru havalanıyoruz.
Türkiye ile saat farkı olmadığı için, saatlerimizde bir ayarlama yapmıyoruz.
Odessa ismi bize hiç yabancı gelmiyor.
Birinci Dünya Harbi'ne girişimizin sebeplerinden olan Odessa'nın bombalanması hadisesini okul kitaplarından öğrenmiştik.
Osmanlı sularına giren Almanlara ait Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) zırhlılarının 29 Ekim 1914 yılında Osmanlı Bayrağı çekip, tayfalarına fes giydirerek Odessa'yı ve Sivastopol'u bombalamaları ile savaşa girdiğimizi hocalarımızdan dinlemiştik.
Yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Odessa Havaalanına iniyoruz.
Havaalanı fazla büyük değil.
Pasaport ve bavul işlemlerinden sonra kapının önünde bizi bekleyen rehberimizle buluşup, aynı zamanda birlikte gezeceğimiz kafilemizle de tanışıyoruz.
Rehberimiz Nahcivanlı genç bir Azeri.
Kiev'de yüksek öğrenim gören Yüksel isimli bu delikanlı, ilk defa rehberlik yapıyormuş, bu yüzden biraz heyecanlı ve tutuk.
Tanışma faslından sonra bizi bekleyen otobüse binip, panoramik şehir turuna başlıyoruz.
Şehirle ilgili ilk bilgileri Yüksel'den alıyoruz.
Odessa, bir milyon nüfusu olan bir sahil şehri ve oldukça yeşil, caddeleri oldukça geniş ve bakımlı.
Sovyet Rusya'nın diğer şehirleri gibi son derece büyük park ve bahçeleri var.
Burada genellikle Rusça konuşuluyor, levhalar Kiril alfabesi, İngilizce levhaları görmek neredeyse imkânsız.
16.yüzyılda Osmanlı egemenliğine girmiş olan Odessa'da, ne yazık ki Osmanlı'dan günümüze hemen hemen hiçbir eser kalmamış.
Kulağımıza ne bir ezan sesi geliyor, ne de gözümüz bir cami görüyor.
Yani geçmişin izleri adeta silinmiş.
Ukrayna'nın para birimi Gravni.
Bir dolar yaklaşık sekiz Gravni yapıyor.
Alışverişlerde Dolar ve Euro kabul etmiyorlar.
Bankalarda işlem yaptırmak bir hayli sıkıntılı...
Gravni almak için girdiğimiz bankada işlemin uzun sürmesi ve bir sürü evrak imzalamamız çok garibimize gidiyor.
Temmuz ayının ilk haftası olmasına rağmen hava oldukça güzel, ne fazla sıcak, nede serin, yani gezmek için ideal bir zaman.
Odessa'da yaşayan halkın büyük bir kısmı Ortodoks.
1794 yılına kadar Hacı Bey ismiyle anılan bu şehrin ismi, daha sonra "Su Şehri" manasına gelen Odessa olarak değiştirilmiş.
Şehrin Hacı Bey olarak adlandırıldığı zamanlarda, hacca gidecek Müslüman kafileler buradaki Hacı Bey Konağı'nda ağırlanır, bilahare yolcu edilirlermiş.
Şehirde ticari taksi oldukça az.
Ulaşım toplu taşıma araçlarıyla sağlanıyor.
Bayanların kullandığı eski model troleybüsler halkı taşıyor.
Eğer bir taksi ihtiyacınız varsa, yol kenarında otostop yapar gibi işaret yapıyorsunuz ve özel taksilerle pazarlık ederek istediğiniz yere gidebiliyorsunuz.
Şehrin en büyük bulvarı Primorski ismi ile adlandırılmış.
Odessa'yı kuran II. Katerina'nın burada fazla sevilmediğini anlıyoruz.
Katerina heykelinde fotoğraf çektirirken, halkın protesto yaptığı zamanlarda bu heykele gelip domates attıklarını öğreniyoruz.
Kısa bir yürüyüşün ardından meşhur Potemkin merdivenlerinin bulunduğu yere geliyoruz.
Merdivenlerin ismi Potemkin zırhlısından geliyor.
1905 yılındaki halk ayaklanmasında Potemkin zırhlısında bulunan askerlerin de bu isyana karışmasından dolayı merdivenlere bu isim verilmiş.
Merdivenlerin başı turistlerle dolu...
Burada; Yılan, Timsah Yavrusu, Maymun ve Kartal ile gösteri yapıp para kazananlar bir hayli ilginç görüntüler oluşturuyorlar.
Merdivenlerin 200 basamak olduğunu, tadilat sırasında sekiz basamağın kaybolduğunu, başlangıçta 12.5 m genişlikte olan merdivenlerin aşağıya inildikçe 21.6 m genişliğe ulaştığını rehberimizden öğreniyoruz.
Yukardan aşağı bakıldığında paralel gibi gözüken bu merdivenlerin aşağıya doğru genişlediğini duyunca gözlerimize inanamıyoruz.
Potemkin merdivenlerinden bakıldığında liman gözüküyor ve manzara çok etkileyici.
Arkamızda, Odessa'yı Rusya'nın üçüncü büyük şehri haline getiren Fransız Duke de Rıchelieu'nun heykeli bulunuyor.
Potemkin merdivenlerinden sağ tarafa yönelip ağaçlık bir alandan geçtikten sonra Valilik Binası'na geliyoruz.
Buradaki en çarpıcı görüntü, meşhur Alexandr Puşkin'in devlet binasına sırtı dönük olarak bulunan heykeli.
Heykelin sırtının devlet dairesine dönük olması da oldukça manidar ve mesaj yüklü...
Rus edebiyatında oldukça önemli bir yere sahip olan Puşkin'in burada bir müzesinin olduğunu öğrenmemize rağmen, bu müzeyi gezme imkânı bulamıyoruz.
Heykele bakınca, bizim de aklımıza Puşkin'in "Erzurum Yolculuğu" isimli eseri geliyor ve 1839'daki Erzurum'un Rus işgalini ve Puşkin'in Erzurum ile ilgili satırlarını hatırlıyoruz.
Limana bakan tarafta ağzı denize dönük bir top bulunuyor.
Bu top Kırım Harbi sırasında İngilizlere karşı müdafaada kullanılmış.
Yol güzergâhımızın üzerinde, ülkelerin başkentlerinin isimleri yazılı olan ve bulunulan noktaya uzaklıklarını gösteren kalabalık bir levhalar topluluğunu görüyoruz.
Genelde bu levhaların altına gelen turistler kendi ülkelerine olan uzaklığı arayıp fotoğraf çektiriyorlar.
Odessa'nın en görkemli binalarından biri olan Opera Binası, mimari yapısıyla gerçekten görülmeğe değer.
1884 ? 1887 yılları arasında yapılan bu muhteşem yapının, duvarlarının içerisine yerleştirilen kâselerle akustiği sağlanmış.
Opera binasının yanında evlendirme dairesi bulunuyor.
Kapısında limuzinlerin bulunduğu bu dairenin önünde, yeni evlenecek olan birkaç çifte rastlıyoruz.
Evlendirme dairesinde her kapıda ayrı ayrı soru sorma geleneği olduğundan, evlenme işleri uzun sürüyormuş.
2. Dünya savaşında 907 gün Alman işgalinde kalan Odessa, bir hayli insanını bu savaşta kaybetmiş.
1941 ? 1945 yılları arasındaki savaşta canlarını veren kahramanların isimlerinin yazıldığı anıtın önüne geliyoruz.
21 m yüksekliğinde olan meçhul asker anıtı, Sevcenko Parkı'nda bulunuyor.
Bu anıtı gördüğümüzde Odessa'ya "Kahraman Şehir "unvanının boşuna verilmediğini anlıyoruz.
Görülmeğe değer bir başka eser de Zenginler Kilisesi.
Oldukça gösterişli olan bu kilisenin önünde birkaç fotoğraf çektirip ayrılıyoruz.
Odessa'nın en işlek caddesi olan Deribasovkaya Caddesi'ne geldiğimizde, kendimizi Beyoğlu İstiklâl Caddesi'nde hissediyoruz.
Trafiğe kapalı olan bu cadde gerçekten çok canlı...
Lokantalar, turistik eşya satan dükkânlar, cafeler ve iş yerleri ile cadde cıvıl cıvıl.
Ressamlar, sokak müzisyenleri ve yöresel kıyafetleri ile ellerinde çiçek sepeti taşıyan genç kızlar, caddeye ayrı bir hava veriyorlar.
Cadde de midilli atı ve binek atı ile turistlerin kısa bir tur yapmaları, ortama farklı bir güzellik katıyor.
Birbirinden güzel faytonlar ise görülmeğe değer.
Deribasovkaya Caddesi'nde gezerken, Rusya'da Caz'ı tanıtan Leonid Utesov'un bankta oturmuş tunçtan heykeline rastlıyoruz.
Genelde turistler bir tarafı boş olan banka oturup heykel ile poz veriyorlar.
Yine cadde de ilginç bir görüntüyü ise tunçtan yapılmış boş bir sandalye oluşturuyor.
On iki sandalye isimli eseri temsil eden bu sandalye de fotoğraf meraklıları tarafından hiç boş bırakılmıyor.
Caddede uzun ve zevkli bir yürüyüş yaptıktan sonra biraz dinlenmek üzere otelimize geliyoruz.
Otelimiz şehre biraz uzakta ve denize yakın bir konumda bulunuyor.
Otele yerleşip biraz istirahat ettikten sonra lokantaya iniyoruz.
Pancar, patates, havuç ve lahanadan yapılmış Borşç Çorbası ilk tercihimiz oluyor.
Yemek kültürü oldukça iyi olan eşim Hülya'nın tavsiyesi ile içtiğim bu çorbanın, bizim kültürümüzde de bilindiğini öğreniyorum.
Otelimizden birkaç yüz metre ileride bulunan plajı görebilmek için tek başıma kısa bir yolculuk yapıyorum.
Plaj tabir yerindeyse ana baba bir günü, yani iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık.
Denizin fazla keyifli olmadığı hemen anlaşılıyor.
Buradan ayrıldıktan sonra kafileyle buluşup şehre inmek için yolda taksi bekliyoruz.
Epeyce bir bekleyişten sonra birkaç araç bulup Deribasovkaya Caddesi'ne tekrar geliyoruz.
Cadde akşamüzeri olduğu için daha da renkli.
Kendisini makyaj ve kostüm ile Katerina'ya benzeten bayan ile resim çektirip hatıralarımız arasına koyuyoruz.
Bu arada kemancı kıyafetli bir başkası da gelenlerle fotoğraf çektirerek geçimini sağlıyor.
Cadde üzerinde 8 ? 10 kişinin binebildiği akülü arabalar dikkatimizi çekiyor.
Araç şoförü ile pazarlık edip keyifli bir şehir turuna başlıyoruz.
Rehberimiz İngilizce konuşuyor, tercümeyi ise geziye götürdüğüm oğlum Eren yapıyor.
Sabah gördüğümüz yerleri, bir de akşam karanlığında görmek hepimizin hoşuna gidiyor.
İlk eczanenin, ilk hastanenin ve ilk okulun yapıldığı caddeden geçtiğimiz de Katerina'nın fazla sevilmediğini rehberin cümlelerinden bir kez daha anlıyoruz.
Önünde durduğumuz bir binaya yandan bakıldığı zaman, binanın arkasının olmadığı izlenimine kapılıyorsunuz.
Bina öyle tasarlanmış ki yan taraftan bakıldığında binanın derinliğinin olmadığını zannediyorsunuz.
Bu küçük turumuzda, hikâyesi bize yabancı gelmeyen "Kaynana Köprüsü"nü de görmüş oluyoruz.
Köprünün; rivayet edilen hikâyesine göre, kaynana gelini bir yere gönderdiğinde köprünün ortasında yere tükürür ve geline bu tükürüğün kurumadan gelmesini tembih edermiş.
Bir saatlik şehir turundan sonra tekrar ışıl ışıl yanan Deribasovkaya Caddesi'ne geliyoruz.
Artık gücümüz tükenmek üzere, bir an evvel otele gitmek için araç arıyoruz.
Yol kenarında taksi bulmakta epeyce zorlansak da biraz fazlaca fiyata anlaştığımız taksi ile otelimize dönüyoruz.
Çay demleyip, Erzurum'dan götürmüş olduğumuz ketelerle karnımızı doyurduktan sonra, sabah Kiev'e gitmek üzere hazırlıklarımızı yapıp, derin bir uyku çekiyoruz.