Bugün Fatih Kıyıcı Hoca’nın yaptığı açıklamadan hareketle dünkü konuyu
devam ettirmeyi düşünüyordum. Fakat baktım ki çarşı fena halde karışmış
durumda. Ortalık biraz sakinleşsin diye, bugün o hengameden biraz uzak
durmayı yeğledim . Çünkü bize göre mesele artık anlaşılmıştır Fatih
Hoca, AKUT adına hareket eden bir kimse olarak, tarafsız değildir. Fakat
değil mi ki konu zaten yargı sürecindedir; o halde sonucu bekleyip
görelim. Şu haklı, bu haksız demek yerine yargının vereceği kararı
beklemek en doğru olanıdır.
Hem içine girdiğimiz gerginlikten uzaklaşmak hem de hayata dair bir ders çıkarmak için şu yazıyı hep birlikte okuyalım…
Tecrübeyle sabittir ki, bir insan her ne iş yaparsa yapsın, öncelikle o
işi sevecek sonra da o işi başarabileceğine inanacak. Kendisine
güvenmeyen ve inanmayan bir insanın bir işte uzun süreli başarılı olması
çok zordur.
Her şey önce kafada başlar.
Adam mühendis, 20 yıldır aralıksız yaptığı işinde başarılı bir kişi...
Bir gün, yüzlerce defa tekrarladığı, soğuk hava deposunu kontrol işini
tekrarlarken, deponun otomatik kapısı, adam içerideyken kilitleniyor.
Tüm çabasına rağmen kapalı depodan kurtulamıyor.
20 yıllık tecrübenin ona öğrettiğine göre, soğuk hava deposunda ısı
belli aralıklarla düşüyor ve bir saatin sonunda da insanı donduracak
dereceye ulaşıyor. Mühendis, ölümü önce kafasında kabulleniyor. Oturup
eşine bir mektup yazmaya koyuluyor. Ertesi gün görevliler soğuk hava
deposunun kapısı açtıklarında tecrübeli mühendisin cesediyle
karşılaşıyorlar. Mühendisin elinde bir de tamamlanmamış mektup var. Adam
karısına başından geçen talihsiz olayı anlatıyor ve soğuk yüzünden en
geç bir saat içerisinde öleceğini belirttikten sonra, veda etmeye fırsat
bulamadan ölüyor.
Fakat ortada çok ilginç bir durum vardır:
Soğuk hava deposunun soğutma motoru hiç çalışmamış.
Yani mühendis soğuktan donarak değil, kafasında öleceğine kendisini şartlandırdığından ötürü ölmüş...
Bu örnekte de görüldüğü gibi ne yaparsak yapalım önce kafamızda
şekillendirip, sonra da inancımızı gözden geçirmeliyiz. Hayatta bazen
dezavantaj gibi görülen kimi yanlarımız, yeri geldiğinde ve şartlar
olgunlaştığında avantaja bile dönüşebilir.
Olay Japonya’da geçiyor.
Çocuğun en büyük arzusu ve hayali iyi bir tekvandocu olmaktır. Her
fırsatta babasına, kendisini bir okula yazdırmasını rica edip dururken,
öylesine talihsiz bir kaza geçiriyor ki, hem hayali suya düşüyor hem de
sol kolunu bu kazada büsbütün kaybediyor.
Fiziki yara iyileşmesine rağmen, çocuğun ruh yapısında oluşan yıkımı
tamir etmek neredeyse imkansız. Sonunda çocuk depresyona giriyor. Bu
durumdan hayli endişeye kapılan ailenin yardımına bir yakınları
yetişiyor ve ülkenin en önemli tekvando hocasına gitmelerini sağlıyor.
Hoca çocuğa bakıp, sonra ailesine “Tamam” diyor. “Siz çocuğu bırakın gidin.”
Bu ünlü hoca depresyondaki kolsuz çocuğa hemen bir hareket gösteriyor ve
ikinci bir talimata kadar da o hareketi yapmasını istiyor. Aradan
günler, haftalar hatta aylar geçiyor. Kolsuz çocuk hocasının gösterdiği o
tek hareketi tekrarlayıp duruyor. Zaman uzayınca bir gün hocasına, “Ben
artık sıkıldım aynı şeyi tekrarlayıp durmaktan; başka hareket
göstermeyecek misiniz bana?” diyor. Tecrübeli hoca, “Hayır, ben
ikincisini gösterene kadar sen yalnızca bu hareketi yapmaya devam
edeceksin” şeklinde karşılık veriyor.
Derken aradan tam on yıl geçiyor. Hoca bir gün delikanlının yanına
gelerek, “Hazırlan bakalım seni müsabakalara sokacağım” deyince,
delikanlı şiddetle itiraz ediyor:
“Aman efendim nasıl olur, bunca yıldır ben bir hareketten başka tekvando adına bir şey öğrenmedim, nasıl dövüşebilirim ki?”
Ama nafile... İtiraz hocayı kararından caydırmıyor. Delikanlı usta
yarışmacıların olduğu müsabakalara “tek kollu yarışçı” namıyla
katılıyor. Bir, iki, üç derken delikanlı o tek koluyla ta finale kadar
çıkmayı başarıyor. Herkesin şaşkın bakışları arasında rakiplerini yere
saran tek kollu tekvandocu, kendisine artık güveniyor ama yine de
rakibinin şampiyon bir tekvandocu olduğunu görünce, maça çıkmaktan
vazgeçmeye çalışıyor. Hatta hocasına; “Efendim, buraya kadar gerek şans
gerek kendime olan güvenim gerekse rakiplerimin zayıf oluşları sayesinde
geldim. Ama artık bu işin şakası yok. Baksanıza rakibim bu ülkenin en
büyük şampiyon u; ben bu tek kolla o şampiyona karşı ne yapabilirim ki?”demesine rağmen, sonuç değişmiyor ve final maçına çıkıyor.
Tek kollu ve tek hareketli tekvandocu final maçına çıkıp, o şampiyon
rakibini kısa sürede mağlup ediyor. Herkes avuçlarının içi patlarcasına
onu alkışlarken o hemen hocasına koşup, “Artık bu işin sırrı bana
açıklama zamanı geldi” deyince, hocası merak ettiği cevabı veriyor:
“Bak genç adam; ben sana sadece bir hareket gösterdim ve sen de tam on
yıl boyunca o hareketi yapıp durdun. Sonunda öyle bir noktaya geldin ki,o hareketi senden daha iyi yapacak kimse yoktu. Sen o hareketin en
büyük ustası oldun. Müsabakalarda bütün rakiplerini alt etmenin sırrı
ise, senin usta olduğun hareketin karşılığı olan hareketin rakiplerin
tarafından sana yönelik yapılabilmesi için senin sol kolun olması
lazımdı.”
Burada da görüyoruz ki, inanç ve samimiyet sayesinde, bazı eksiklerimize rağmen başarıya ulaşabiliriz.