Batılı dünyanın asırlar boyu cevabını aradığı soru şuydu:
"Nasıl
olurda Afrika'dan gelen birkaç bin Berberi koskoca İberya Yarımadası'nı
birkaç yılda ele geçirdi ve Müslümanlık bu derece kök salıp, 800 yıl
boyunca adaya hakim oldu?"
Bu soruya onlarca aydın, düşünür
kendince cevaplar verdi, ancak bu sorunun en akılcı cevabını yine
kendisi de Batılı bir Katolik olan Ignacio Olagüe, "Batı'da İslam
Devrimi" adlı kitabında veriyor.
Olagüe diyor ki, "Araplar İspanya'yı hiçbir zaman istila etmemiştir."
Yazar bu tez'inin altını doldururken, meselenin püf noktasını da ortaya koyuyor:
"?Bu
bölgede yaşayanların çoğunluğu Üniteryen, yani üç tanrı anlayışını
reddeden Hristiyanlardı. Allah'ın birliğine inanan bu İberyalılar için
basit bir ilahi teklik anlayışı sunan İslamı benimsemek, daha karmaşık
ve yabancı oldukları Katolik inancına göre çok daha kolay ve akılcıydı."
Yine aynı kitaptan çıkardığımız
çok önemli bir husus da şudur:
"Halk,Hristiyan kralların ve derebeylerinin koyduğu fakat haddi aşan vergiler
ve haksız uygulamalardan öylesine bıkmıştı ki, Müslümanların
yaşantıları ve hayata dair söyledikleri halkı derinden etkiledi."
Kimi
kesimlerin, "Endülüs mucizesi" diye de adlandırdığı 800 yıllık Emevi
İslam Devleti, demek ki birkaç bin Arap'ın 711 yılında İberya Yarımadası'na ayak basmasıyla kurulmuş değil.
Müslüman
Araplar, kişisel ve toplumsal hayatlarıyla öyle muhteşem örnekler
sundular ki, Cebelitarık'ın her iki yakasında da etkisi asırlar boyu
sürecek bir tesir oluşturdular.
Bu sebepledir ki, evrensel bilim, düşünce ve sanatın zirvesi tarih boyunca hep Endülüs Devleti olmuştur.
Çünkü Müslüman Araplar, daha yola çıkarken seferin adını koymuşlardı:
"Dönüş yok"
Kendisi
de aynı zamanda yerel bir Berberi olan büyük komutan ve stratejist
Tarık bin Ziyad, malumunuz İspanya'ya adım atar atmaz bütün gemilerin
yakılmasını emretmişti.
Madem dönüş yoktu, o halde İberya Müslüman yurdu olacaktı ve adanın asıl sahipleri bu gerçekle yaşamasını öğreneceklerdi.
Bu
durum en çok da Yahudilerin işine yarayacaktı. Çünkü Yahudiler uzun
asırlar boyunca en rahat dönemlerini Endülüs'te Müslümanların
yönetimleri altında geçirdiler.
Bugün Elhamra Sarayı ve Kurtuba
Camii'nin dışında, neredeyse İslam devletinden tek bir izin dahi
kalmadığı İspanya'da, Emeviler; 800 yıl boyunca sürdürdükleri
hükümranlıklarını, Haçlı orduları karşısında kaybedene kadar bütün
dünyaya ışık saçtılar.
Öyle ki Batı'nın adeta gözbebeği kabul
edilen Paris ve Londra gibi büyük metropollerde insanlar sokaklarda
pislik içinde yürürken, yani henüz tuvaletin ve yıkanmanın ne demek
olduğu bilinmezken, 800'lü yıllarda Endülüs'te Kurtuba ve Sevilla
sokakları muhteşem taş kaldırımlarla döşenmişti ve dört bir taraf pırıl
pırıldı.
Batı'da akıl hastaları, "içlerine şeytan girmiş,
şeytanın tutsağı olmuşlar" gerekçesiyle, kilisenin fetvasıyla diri diri
yakılırken, suyun ve taşın şiirsel anıtı olan Elhamra Sarayı'nda, aynı
hastalar müzik ve suyun ahengiyle şifaya kavuşturuluyordu.
Bugün
bile sarayın duvarlarında yazıldığı ilk diriliği ile haykıran, "La
galibe illallah" yani mutlak galip Allah'tır, ilahi düsturu, belki de
Endülüs İslam Devleti'nin başarısındaki yegane sırdı.
Batı'nın
yere göğe sığdıramadığı Rönesans, hiç kuşku yok ki, Endülüs'ün
astronomi, fizik, tıp, coğrafya, felsefe ve matematik alanında yaptığı
devrimin bir sonucuydu. Değil mi ki Batı dünyası, Eflatun'un eserlerini
ilk olarak İbn Rüşd'ün kendi görüşlerini de katarak çevirdiği Arapça,
Latince ve İbranice'den öğrendi.
Fakat heyhat ki...
O muhteşem yıllar bugün, Müslümanlar için artık mazide kalmış hoş bir sadadan öteye geçmiyor.
İlimde
ve sanatta İslam dünyasına tur üstüne tur bindiren Batı, 800 yıllık
Emevi Endülüs Devleti'ni Müslümanlardan daha iyi anlamış ve ders almış
durumda.
Bir hafta süren İspanya gezimiz sırasında, özellikle
Kurtuba sokaklarında dolaşırken, yüreğim bir yanıyla hicran ateşi içinde
yanıp kavruluyordu, bir yanıyla da İslam medeniyetinin nirvanası önünde
mahcup bir gururla okşanıyordu.
Fakat o meşum sorudan kurtulamıyordum:
"Peki ne oldu da Müslümanlar o zirveden bu noktaya indiler?"
Yahya
Kemal Beyatlı, Endülüs'ü anlatırken, bu soruya cevap aramak yerine,
belki de yüreğini kuşatan hüznün üstüne şal örtmek istemiş. Bu yüzden
de, "Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı? Şevk akşamında
Endülüs üç defa kırmızı" demiş, Endülüs'te raks şiirinde...
Oysa
Endülüs, Müslümanlar için "raks" ve "kırmızı"dan çok, aslında bir
"ağıt"ın adıdır. Sezai Karakoç, Salih Bin Şerif'ten yaptığı çeviride,
bize o gerçeği yalın bir dille söylüyor:
Cami kilisedir artık, hilal yerine haç asılı
Nur yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu.
Sen de şahit olsaydın benim gibi onların
Yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey Tanrı kulu.
O hıçkırıklar senin de aklını koymazdı yerinde benim gibi
***
İşte bu halet-i ruhiye içinde başladı İspanya gezimiz.
Bir yanda; Kurtuba'da mermer sütunlar üzerine inşa edilmiş altın mihraplı camii.
Öte yanda; Granada'da sanat ve mimarinin en rafine örneği Elhamra Sarayı...