Bazen bir fotoğrafın bütünü ya da fotoğraftaki gizli detay; bazen bir şiirin bütünü ya da şiirdeki bir dize, bazen de hayatın öylesine akıp gittiği bir günde kimsenin görmek istemediği bir gerçek yol verir size, duygularınızı ve düşüncelerinizi kökleyesiniz diye.
Yaşam yolculuğunda uğradığınız bir yerde, hayata baktığınız pencerenin pervazına yaslanmış birini daha gördüğünüzde yüzünüzde gururla karışık bir tatlı tebessüm belirir ve bir şeyler mırıldanmak istersiniz; işte o zaman iki saf lafı bir araya getirip dillenemezseniz içinizde bir burukluk oluşur ve öylesine durup seyredersiniz paylaşamadığınız hayatı.
Hani bazen kabuğunuza çekilmek istersiniz, “ben bir maymunum, hem de üçü birden,” demek için fırsat kollarsınız ya; ya da küsersiniz bazı kimselere ve “alın bu yamalı yaşam sizin olsun,” diyerek alıp fikrinizi gitmek istersiniz ya, işte o zaman tanımlayamadığınız bir ses fısıldar kulağınıza, “dur bakalım arkadaş, nereye!”
Bu bir şiir olur, bir fotoğraf olur, herkesin gözü önünde yaşanan bir öykü olur; ya da üçü birden sizin hayatınızın anlamı olur.
O ses canlandırır sizi, yeniden umutlanırsınız düşleriniz için; insan için, fikir için, dürüstlük için yeniden başlar kavganız.
İşte, yazmak eylemi benim için böyle.
Bende haller böyleyken, Sayın Bozkurt, “ Erzurumajas’ımızda yazar mısın?” Diye sorduğunda, “yazmaz olur muyum hiç!” Dedim, “Erzurum adının geçtiği yerde akan sular durur bizde!”
Ve durdu işte!
Bir meclise girerken selam vermek adaptandır.
Böyle gördük hayat ustalarımızdan. O zaman ihanet etmeyelim bildiğimiz geleneğe.
Merhaba.
Ben, Ömer Nazmi.
Tencere kapağı gibi flaşın takılı olduğu fotoğraf makinesini ve bugün bile omzumda zaman zaman ağırlığını hissettiğim aküyü eski bir teleksin yamacına bırakarak ayrılalı çok oldu; ama her durumda inandığım şeyin ardına düştüm ve sözümü de kimseden esirgemedim.
Hiçbir şey kimyasının dışında bir işlev göremez.
İnsanın hayata bakışı ne ise o da odur, başka şey olması beklenemez. İşte bu düşünceye hayatım boyunca hep iman ettim, hep savundum.
Savundum, dedim ya, “savunma” sözcüğü hemen bana “saldırma” sözcüğünü çağırdı.
Garip bir şey mi bilmiyorum ama “saldırma” sözcüğü de silahı çağırdı yanına.
Silah demişken, duymayanlar duysun isterim. Venezüella’da oyuncak silahlar yasaklanmış.
Yok canım!..
Kuru sıkı, diye bildiğimiz, sonradan küçük bir operasyonla ölüm kusanlar değil, plastikten yapılan ve çocukların oynadığı oyuncak silahlar yasaklanmış.
Bireysel silahlanmaya her zaman karşı biri olarak bu karar beni öyle heyecanlandırdı ki, “neden benim ülkemde de böyle bir karar alınmasın,” diye sormadan edemedim.
Eminim ki, bugün oyuncak silahla oynayan çocukların birçoğu yarın gerçeklerini bellerine takmak için hiç tereddüt etmeyeceklerdir.
Silahta mı kalmıştık?.. Bakın işte bu da bana “güç” sözcüğünü çağrıştırdı.
Peki, güç sözcüğü başka bir sözcüğe, gel, demez mi?
Demez olur mu!.. Gel bakalım yanı başıma “para” sözcüğü.
Sonrası mı?
Sonrası daha ne olsun!.. Bunlar birbirlerini besler ve geliştirirler.
Çeteler, mafyalar ne için oluşuyor sanıyorsunuz?
Bu ‘güç’ sözcüğünün yanına, ‘siyaset’ sözcüğünü de onun hamisi olarak koymazsak haksızlık etmiş oluruz!
Elbette, “ben bir konuşursam, Türkiye sallanır, Erzurum yıkılır,” diyecek kadar salak değilim.
Ama görülmeyenleri görmeye çalışarak, o görüntüleri beynimizle toplayıp, düşüncemize bölüp, fikrimizle çarparak bir sonuca varmaya çalışacağız.
İşte sonuç!.. Buyurun, siz yapın sağlamasını, diyeceğiz.
Bazen ayakkabılarımın ökçesine basıp, elimde kehribar tespihimle kibarlar mahallesinde ıslık çalarak voltalayacağım; bazen de gariban mahallelerinde kola kravat bir sokak lambasının altında sabahlayacağım.
Haksızlığı hak görenlere sivri, güzelliklere de bal olacak dilim; ama asla lal olmayacak yüreğim.
Bölgenin çıkar çevrelerine vereceğimiz rahatsızlıktan dolayı, şimdiden özür dileriz.
Bu özür, zorunluluktan değil, nezaket gereğidir!
Bu da böyle bilinmeli…