Birkaç yıldan beri ekonomik kriz ve sosyal çalkantı içinde debelenip duran Yunanistan, gündemi değiştirmek ve halkın patlayan öfkesini dindirmek için şimdi hangi yola başvuruyor bilmiyorum.
Oysa aynı Yunanistan 70'li yıllarda, yakalandığı siyasi bir çalkantı anında hemen "Türkiye, Yunanistan'a saldırmak üzere" şeklinde bir tezvirat yayardı.
Çoğu defa bu tezvirat öyle etkili olurdu ki, AB'nin şımarık çocuğu Yunanistan, Türkiye tehdidi ile sokaklara dökülen halkını yeniden evlerine yollardı.
İngiltere, Fransa, Almanya hatta Amerika'da da benzer yollardan gidildiği çok olmuştur. Ancak oralarda Yunanistan gibi savaş korkusu değil, gündemi değiştirme manevraları daha çok geçerlidir.
Misal; İngiliz hükümeti toplumun her kesimini etkileyecek okkalı bir zam yapacağı zaman önce medyayı ayarlar. Sonra o medyanın günlerce köpürte köpürte vereceği malzemeyi sunar. Genellikle de skandalın adresi Buckingham Sarayı, skandalın baş kahramanı da Leydi Diana olurdu. İngiliz hükümetleri zavallı kadını yıllar yılı kullandı, sonunda da gizli servise havale ettiler. Sonuç malum.
Örnekleri çoğaltmak mümkün...
Modern dünya bir yanıyla da bu...
Vatandaşın neyi ne kadar görmesi ve ne kadarını bilmesi gerektiğine iktidarlar karar verir. İktidarların saç ayakları ise medya ve sivil toplum kuruluşlarıdır.
Onlara sorarsanız "bizde sansür yok" derler.
Doğru. Çünkü Batı'da hiçbir ülke medyaya doğrudan sansür uygulamıyor, ama öyle al gülüm-ver gülüm sistemi kurmuşlar ki, çıkar çevreleri zaten kendi kendilerine sansür uyguluyor.
İlla da bir direktif gerekmiyor.
Peki bizde durum ne?
Öyle ya durup dururken Batı'dan bahsetmenin ne manası var...
Söyleyeyim bizde durum şudur:
Türkiye, henüz gelişmekte olan bir ülkedir. Dolayısıyla Batı kadar zengin ve gelişmiş değiliz. Gerçi şu birkaç yıldan beri bir çok Batı ülkesi Türkiye'ye gıpta ile bakıyor ama yine de camii yıkılsa bile mihrap ayakta misali, en batak durumdaki Yunanistan bile kişi başına düşen milli gelirde bize fark atıp duruyor.
Bizde de basına yönelik kanunla düzenlenmiş bir sansür yoktur.
Hükümetten gelen "yazılı emir"den de söz edemeyiz.
Fakat bizde basın zaten son derece bozuk ve kirli bir sicile sahip olduğu için, ne zaman yalakalık edeceğini, ne zaman dikleneceğini bilir.
Rüzgâr gülü gibidir bizim basınımız...
Vaktiyle örtülü ödenek aracılığıyla necip Türk basını Ankara'dan geçinirdi. Bu sebepledir ki, basınımızın öteki adı da "besleme basın"dı.
Ankara parayı verir, düdüğü öttürürdü.
Düşünün ki, Necip Fazıl ve Peyami Safa gibi dev ustalar bile Menderes'in örtülü ödeneğinden yıllar yılı geçinip gitmişler.
Parayı Ankara'dan alan basın, Ankara'nın hilafına tek satır yazamazdı. Sadece yazıyormuş gibi yaparlardı.
(Her alanda olduğu gibi elbette burada da istisnalar vardı, var olmaya da devam ediyor)
Sonra şartlar da araçlar da çok değişti.
Ama anlayış aynı...
Vapurla çalıştığı gazeteye giden başyazarların yerini, medya plazasının çatısına helikopterle inip kalkan yazarlar, editörler aldı. Medya patronları ise, Ankara'ya ne kadar eğiliyorsa, Ankara da onu o kadar abâd ediyor.
İşte Türk basının hali ortada...
Abone sistemi ile dağıtılan gazeteleri ayrı tutarak söyleyecek olursak, Türk basınının "amiral gemisi" bile 300 binden fazla satamıyor.
Yüzde altmışı şehir merkezlerinde olmak üzere, 76 milyon nüfuslu bir ülkede toplam gazete satışı iki milyonu bulmuyor.
Çünkü vatandaş medyaya güvenmiyor, inanmıyor.
Sadece gazeteler için geçerli değil, televizyonlar, radyolar da aynı...
Şimdilik bir parça internet haber siteleri güven telkin ediyor, onun da uzun soluklu olması çok zor. Çünkü maya aynı...
Güneydoğu'da günlerdir bi şeyler oluyor. Silahlı eşkıya artık kent merkezlerinde volta atıp dolanıyor, yol kesiyor, vergi topluyor, "resmi" törenler düzenliyor, hatta her ilçeye sözde kaymakam dahi atıyor.
Suriye'de belanın içine gömüldükçe gömülüyoruz. Sınırımızın evlere şenlik hali ortada... Amerika ve AB bizi Suriye çukuruna itip arkasını dönüp gitti. Mısır'da "açık" düştük. İran'la neredeyse kanlı bıçaklı olduk.
Irak'ı zaten ne siz sorun ne biz söyleyelim.
Manzara bu iken bizim necip Türk medyası ne yapıyor?
Yaptığı şu: Şafak Sezer isimli bir komedyen iftar yemeğinde, gidip Başbakan'ın elini öpüp, Gezi eylemlerine verdiği destekten ötürü özür dilemiş.
Tam bir haftadır varsa yoksa Şafak Sezer ve el öpme meselesi...
Gerçek haber yapamayan medya için bu tür komedyenler adeta birer can simididir.
Düşünün ki bu adam olmasa gazete sayfaları boş, televizyon ekranları sönük olacaktı.
Şafak Sezer'in Başbakan'ın elini öpmesi haber değil midir?
Olmaz mı tabii ki haberdir. Ama bir haftayı kapsayacak ve manşetleri süsleyecek çapta bir haber değildir.
"Sanatçı el öper mi?"
İyi ki diyorsunuz, sanatçı el öper mi?
Evet; bizim medyanın halk indinde kıymet-i harbiyesi fazlaca değildir ama kabul edelim ki gündem değiştirmede ve perdeleme yapmakta görevlerini dört dörtlük yerine getiriyorlar.
Az daha unutuyordum; bu gündem değiştirmede kullanılan argümanlar yalnızca artistler, şarkıcılar değil. Mesela, "Hamileyken dışarı çıkan kadın edepsizlik eder" diyen sözde hukukçu ve tasavvufçudan tutunuz da, orucu neyin bozup neyin bozmayacağını dair dakika başı yeni bir şey yumurtlayan ilmiye amelelerine kadar pek çok yardımcı vasıta var.
El öpenlerin haberi artık ısıtılıp ısıtılıp verilmekten lastiğe dönünce devreye bu kumpanyacılar giriyor.
Sonuç?
Evet sonuçta yüzde yüz başarı var...
Gündem değişiyor mu değişmiyor mu?
El hak değişiyor.
Hem de bomba gibi.
Sorun hazreti Google'a; Şafak Sezer haberi mi çok yapılmış Güneydoğu'da caddelerde devriye gezen PKKlıların haberi mi?
Daha ne yapacaktı bu medya?
El de öpüyor, etek de...
Takla da atıyor, yan da yatıyor... Fazlası fazladır artık...