Mazinin hatırlattıkları...

Bizim kuşağın çocukluk yılları, tek kanallı televizyonun siyah beyaz yayınlarını izlemekle geçti. Bizim eve, Tercüman ve Günaydın gazetelerinin yanısıra arada birde Hürsöz girerdi. O yaşlarda henüz Rauf Tamer’in “Pazar Kahvesi”ndeki, “arazi tespitleri”ni ve zeka ürünü esprileri anlayamıyordum; ama Murat Sertoğlu’nun köşesindeki pehlivan tefrikalarını bir solukta okuduğumu ve en çok da Kel Aliço’nun gece gündüz aralıksız süren güreşlerinde nice devleri nasıl da alt ettiğini gıpta ederek takip ederdim. Bir de gazetenin ön sayfasında sürekli Demirel ile Ecevit’in fotoğraflarının çıkmasına ve birbirleri ile dalaşmasına bir türlü aklım ermezdi.
“Bu kocaman adamların bölemedikleri nedir ki, mütemadiyen kavga ediyorlar?” şeklinde kendi kendime sorar, en çok da büyüklerin “sağ-sol” dedikleri meseleyi çözmeye çalışırdım. O yıllarda, yani 77-78’de benzer kavgalar, mahalledeki abiler arasında da olurdu. Onların kavgalarında Demirel’in adından ziyade, rahmetli Türkeş ve Ecevit isimleri sıkça geçerdi. Bıyıkları dudaklarını kapatacak biçimde olan abiler, “...Yaşasın Moskova” yahut “Yaşasın Komünizm” diye bağırıp, “Faşizme ölüm” dediklerinde anlardım ki, kötü şeyler olacak. Çünkü az sonra sokağın öteki başında, bu kez bıyıkları ince ama çenelerine aşağı sarkmış durumdaki abiler çıkardı ortaya... Onlar daha bıçkın, daha gözü kara ve daha çoktular...
İlk o gün duymuştum, “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganını... Sonra öteki sloganlar patlatılırdı peş peşe: “Komünistler Moskova’ya, Bir ölür, bin diriliriz, Tanrı Türk’ü korusun”
Az daha büyüdüğümde, sokaktaki sloganların siyasi içeriğini biraz daha kavramaya başladım ve ne yalan söyleyeyim, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslümanız”sözü epey hoşuma gitmişti. Ailemin büyükleri, siyasetin merkez sağında durmasına karşın, rahmetli Erbakan’a da derin bir muhabbetin beslendiğini görürdüm.
Keskin uçların kıyasıya çarpıştığı bir ev ortamımız olmadı; kavga hep sokaktaydı ve gazete sayfalarındaydı. Öyle ki, merhum Ahmet Polat’ın Hürsöz’ü bile yerel siyasetteki üslup fukarası çekişme ve laf atmalarla doluydu. Okuldan eve, evden okula şeklinde kurgulanan çocukluk yıllarımın en heyecanlı anları ise, sinemaya gidip, Çamlıca gazozu içtiğim zamandı. Akranlarım, sinema salonlarımızı istila eden Uzakdoğu filmlerine itibar ederken, ben daha çok Eşref Kolçak ve Ayhan Işık gibi büyük aktörlerin filmlerini tercih ederdim. Resme ve tiyatroya olan ilgim, aynı şiddette futbola karşı da olmasına rağmen ne yazık ki, çok kötü top oynardım. Ama mahalleler arasında oynanan her maçta mutlaka takımda yeralırdım; çünkü top benimdi! Necip Fazıl’la, Nihal Adsız’ı aynı günlerde okudum, fakat Kafka’nın eserlerinden daha çok haz aldım. Gerçi ilk ezberlediğim şiirler Necip Fazıl’ın Çilesi’ndeki dörtlüklerden oluşuyordu ama Orhan Veli’yi, Yahya Kemal’i ve bir de kıyıda köşede çıkan Nazım Hikmet’i anlamaya çalışırdım.
Biliyordum ki, “tehlikeli” bir şairdi ve anlıyordum ki, şiirleri en azından Erzurum siyasi atmosferine “ters” geliyordu. Necip Fazıl ya da Faruk Nafız Çamlıbel için bir “tahdit” yoktu. O yüzdendir ki, en favori şiirlerimiz Faruk Nafız’ın “Han Duvarları” ile Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü”ydü. Sözlerini yeterince anlamıyor ve sık aralıklarla “Bu kelime ne demek?” diyerek, Osmanlıca-Türkçe Sözlük’e bakıyor olmama rağmen, Akif’e karşı nedenini bilmediğim büyük bir sevgim vardı. Sınıfta 40 kişi içerisinde, İstiklal Marşı’nın on kıtasını ezberden okuyan ilk birkaç kişiden birisiydim.
Radyo’dan “Arkası Yarın”da, Yalnız Efe’yi dinledikten sonra, herkes pür dikkat, neredeyse nefes almadan “ajans”a odaklanırdık. Artık ne anlama geldiğini öğrendiğim “sağ-sol çatışmaları”ndan başlayan spiker, kaç kişinin öldüğünden çıkar ve yine Demirel’le Ecevit’in kavgasıyla bülteni yarılardı. Sonra, dünyadan yani Amerika’dan haberler gelirdi peş peşe...
Büyüklerin “sözlü kavga”larına, gençlerin “silahlı kavgaları”nın eklenmesi nedense şaşırtmazdı beni. Öyle zannederdim ki, büyükler gençlere “yol” gösteriyor; onların daha fazla kan akıtmaları için “önleri”ni açıyor. Tiyatroya olan sevgim ve ilgim olmasaydı, sokakları kana bulayan sağ-sol çatışmalarının bir oyun olduğunu düşünecektim. Çocukluk işte... Aslında o düşüncemde ısrar etseymişim, haklı çıkacaktım. Çünkü, gençlerden oluk oluk akan kanın kendisi gerçekti ama o kanın akmasına neden olan her şey bir oyundan ibaretti. Hem de çirkin ve kanlı bir oyun...O yıllarda olmasa bile, sonra öğrendim ki, büyüklerin kavgası da aslında bir komedyadan ibaretmiş...
A
sker “düdük” çaldığında, ülkeyi acıya boğan ve gencecik insanların hayatlarına malolan bu insafsız oyun bitmişti; geride asla onarılması mümkün olmayan yıkımlar bırakarak... 
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.