Kurban Bayramı’nda kurban olacağını anlamış gibi kaçışan kurbanlıklar beni hep hüzünlendirmiştir. Yaşamaya şartlanmış canlıların can havliyle canını kurtarmaya çalışması; yakalandığında ise son gücüyle son kez direnmesi çocukluğumda rüyalarıma girerdi, şimdi ise içimde bir burukluk bırakmadan günlerce aklımdan gitmiyor.
Direnirlerdi,ta ki gücüyle zekâsını birleştiren insanın elindeki bıçak boynuna yaklaşıncaya kadar. Sonra ölümle bitecek yenilgiyi kabullenişi görürdüm gözlerinde; ya da ben öyle yorumlardım o anlaşılmaz son bakışları.
Neyse… Konumuz kınalı koçlar değil.
Konumuz insan.
Türk Dil Kurumu’nun “kurban” sözcüğünün karşılığını buraya taşıyacağım.
Birinci şıkkı dışarıda bırakalım, o dinsel bir konu. İnsanlık her zaman taptığına bir can yollamayı marifet ya da inanç saymıştır. İnsanlar kurban edilmiştir; sunaklarda canlar teslim edilmiştir sözde tanrılara…
Beni asıl düşündüren, bir kazada canını yitiren insanların da ‘kurban’ diye anılmasıdır.
Falanca kavşak yine can aldı; beş kurban…
Ya da
Grizu yine iki kurban aldı…
Ya da
Teröre bugün üç kurban daha verdik…
İstediğiniz kadar çoğaltın bu gazete manşetlerini.
Şimdi,bir kavşağın nasıl can aldığını düşünüyorum! Hatalı planlamadan ya da ihmalkârlıktan düzenli ve uygun yapılmamış bir kavşağın ne suçu var da ona suç yükleniyor. Yoksa asıl suçlu o kavşağı o halde yapan ve bırakan (şimdi burada ‘kavşağa’ kafiyeli çok uygun bir kelime var da kullanmayalım) kişi ya da bu işi üstlenen kurum mu?
Burada bu insanları kurban eden kim?
Kime ne için can sunuluyor?
Trafiğin aldığı “kurban” sayısı her geçen gün artıyor.
Bu insanları kurban edenler artık imanlarını bir yoklasınlar bakalım.
Denetim mi yetersiz? O halde yeterli hale getirin, sizin göreviniz bu değil mi?
Alt yapı mı eksik? Yapın, varlığınızın nedeni bu değil mi?
Derin derin kuyuları açın, kapatmayın; sonra o kuyu bir çocuğu kurban seçsin, öyle mi!
Yook!.. Biz o görevlerimizi yapmayız, açtığımızı kapatmayız,ciddiyetsizliğimizin karşılığı olarak da kurban veririz, diyorsanız; o zaman imanınızdan vazgeçtik, insanlığınızı sorgulayın!
Ecelleri gelmiş, kaderleri böyleymiş!
Yersen!
Kadın kocasını çatır çatır aldatıyor, zavallı adam anlayınca boşanıyor; kim ne yapsın öyle birini, o da kişiliğine uygun işi yapmak için hayat kadınlığına soyunuyor. E, o aldığın parayı sadece sen yiyecek değilsin; bunun çakalı var, satıcısı var, dostu var, postu var! Sonra, kadın para yüzünden dostunu öldürtüyor. Daha sonra da “ben kader kurbanıyım kardeşim,” diyerek kendini avutmaya çalışıyor.
Yok ya!
Kader diye bir suçlu bulun hemen.
Kurbanlıksa mesele, ne kurbanı olduğun açık değil mi!
Adam ayyaşın teki; evine bakmaz, kumardan kalkmaz, başkalarının namusunu rahat bırakmaz. Pis bir kavgada bıçaklar birini, düşer içeri.
“Abi ben kader kurbanıyım:”
Yok abi, sen ilkesizin, namussuzun tekisin!
Her şey yerinde ve bir ahlak çerçevesinde yapılırsa “kurban” sözcüğü salt dinsel olarak kullanılır. Kimse kimseyi “kurban” edemez, kimse de kendine “kurban” demez.
Neyzen Tevfik hep sarhoş gezer, o güzel taşlamalarının dizelerini de sarhoşken biçermiş.
Dostları bir gün koluna girmiş.
“Yahu Neyzen, hep sarhoşsun, hep meyhanedesin; gel bir kere de camiye götürelim seni,” diyerek, Tevfik’i zorla camiye götürmüşler. Neyzen bu! Paltosunun iç cebinden şarap şişesi eksik olur mu!.. Namazda eğilirken şarap şişesinin mantarı çıkmış ve camiye bir miktar şarap dökülmüş. Neyzen selam verip yanındaki arkadaşlarına dönmüş.
“Kuran Allah kelamıdır, mutlaka tutmak gerek.
Şarap üzüm suyudur, mutlaka tatmak gerek.
Eğildim cebimden mey döküldü camiye.
Efkârlandım a dostlar, haydi gidelim meyhaneye,” diyerek camiden çıkıp meyhaneye gitmiş.
Her şey yerinde ve akılla olmalı.
“Kurban olayım sana!” Bu üç kelimeyi, ister sevdalınıza, ister ananıza, isterse evladınıza söyleyin.
Bu kurban başka kurban.
Bayramınız kutlanmıştır şimdiden.