Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptığı ve 4 km boyunda olan surların 7 kapısı bulunuyormuş.
Bu kaplardan biri olan Babı Zehra kapısından girip Selahattin Caddesinden geçtik ve Az Zahra caddesindeki National Otele geldik.
Otelimizin girişindeki büyük Türk bayrağı ve otelde yankılanan Türk musikisi nağmeleri Türklere olan muhabbeti fazlasıyla yansıtıyordu bu durum hepimizin göğsünü kabarttı.
Otel sahibi her fırsatta Türklere olan sevgisini ifade ediyor ve bir isteğimizin olup olmadığını soruyordu.
Otele yerleşip, yemeğimizi yedikten sonra Mescidi Aksa'ya gitmek için yola koyulduk.
Yolumuzun üzerinde ünlü İngiliz casusu Lawrenc'in adını taşıyan otel garibimize gitse de,karşı kaldırımdaki Türk Bayrağı asılan Türk lokantası içimizi rahatlattı.
Tarih kokan ve yolları taşla kaplı dar sokaklardan yürüyüp,İsrail askerlerinin nöbet tuttuğu kapıya geldik.
İsrail askerleri Türk müsünüz? Diye, sordular ve bir sorun yaşamadan Kubbet üs Sahranın ve Kıble Mescidinin bulunduğu alana geldik.
Mescidi Aksa olarak bildiğimiz Kıble Mescidinden içeri girince, kendimizi bir anda umrede zannettik.
Uhrevi hava hepimizi etkilemişti. akşam namazını kılıp camiyi gezmeye başladık.
Caminin ön kısmında iskele kurulmuştu ve kubbede restorasyon çalışması vardı.
Caminin girişinde yedi kapı bulunuyordu. Ortadaki yeşil renkli kapı oldukça büyüktü. bu kapının sağında ve solunda üç kapı daha vardı bu kapılarda yeşil renkteydiler ve ortadaki kapıya oranla daha küçüktüler.
Cami, dik dörtgen şeklindeydi Selami Didin'le birlikte caminin enini ve boyunu merak ettik. yaptığımız ölçümde, caminin eni 70 ,boyu ise 100 adımdı .
Hesaba göre cami 80 m uzunluğunda ve 55 m enindeydi
Sağda çok büyük taş sütunlar vardı. bu kısmın tavanı ahşapla kaplıydı, mihrabın karşısındaki bölümün tavanı ise süslemeliydi.
Sol taraf mermer sütunlar üzerindeydi ve tavanı beyaz taşla kaplıydı.
Mescidin sol köşesinde oda şeklinde bir bölüm vardı. buraya,Hz. Ömer Mescidi deniliyordu.
Yine mescidin sol tarafında oda şeklinde bir çıkıntı vardı. buranın kıble tarafında ise Zekeriya mihrabı bulunuyordu bu mihrap oldukça göz alıcıydı.
Caminin içerisi diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi sırt üstü yatan insanlarla doluydu, plastik koltuklarda oturanların çokluğu bizim alışık olmadığımız bir durumdu.
Sırt üstü yatan adamların ayaklarını gıdıklayıp kaçan çocukların cami içindeki afacanlıkları ise çok sevimliydi.
Caminin görmeğe değer bir minberi vardı. Orjinali ,Selahattin Eyyubi tarafından yaptırılan minber ,1969yılında bir fanatik tarafından ateşe verilmiş, yakılan minberin yerine yenisi yapılmış.
Muhtelif zamanlarda İsrail askerleri tarafından caminin içine atılan kurşunların sergilendiği bir camekan bulunuyor, bazı sütunlarda ise kurşun izleri hala duruyordu.
Caminin içerisi plastik sandalyelerle doluydu ,bizde genelde sandalye ile namaz kılanlar caminin arka kısmında bulunurlar, burada ise tam tersi , sandalyede oturanlar en ön safta namazlarını kılıyorlardı.
Caminin muhtelif yerlerinde küçük sohbet gurupları vardı ,bizde kendi aramızda böyle bir grup oluşturmuştuk.
Emevi Halifesi Abdulmelik İbn Mervan'ın oğlu Velid tarafından 705 yılında yaptırılan bu caminin ilk sütunlarından biride caminin ön tarafındaki camekan içinde sergileniyordu.
Yatsı ezanından sonra okunan salâtı selam bize Erzurum da okunan ezanları hatırlattı.
Otelimizle mescidin arası yaya olarak 20 dakika mesafedeydi,yol oldukça sessiz ve karanlıktı.
Yatsı namazını kılıp, ilk heyecanı üstümüzden attıktan sonra ertesi gün yine aynı yolu kullanarak sabah namazı için mescide geldik.
Hava serindi, hafif esen rüzgar, güzel bir ferahlık sağlıyordu.
Namazda imamın okuduğu Fatiha'dan sonra cemaatin hep birden "Amin" demeleri çok etkileyiciydi.
İmam ikinci rekat da ,rükudan kalkınca uzunca bir dua okudu,bu durumla bazılarımız ilk defa karşılaşmıştık.
Bu gün Cuma olduğundan dükkanlar kapalıydı, bizimde para bozdurmamız gerekliydi ama açık dövizci bulamadık.
İsrail parasına Şekeli deniliyordu. 100 TL verdiğimiz zaman karşılığında 130 Şekeli alıyorduk.
Burada su oldukça pahalıydı, küçük şişe suyunu dört veya beş şekeli'ye veriyorlardı.
1 Kg Üzüm ise 10 Şekeli, meyve suları ise 15-20-Şekeli arasında değişiyordu.
Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra Yafa kapısına doğru yola çıktık.
Solumuzda cehennem vadisi uzayıp gidiyordu. Zeytin dağını ve Yahudi mezarları, görüş alanımızdaydı.
Sağ tarafımızda, Emevi Saraylarının kalıntıları vardı, Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptığı surlar, Osmanlının ihtişamını yansıtıyordu.
Kısa bir yolculuktan sonra Hz. Ömer camisine geldik.
Rivayete göre, Hz. Ömer Kudüs'e girdikten sonra bir mescit yaptırma düşüncesini dile getirmiş.
Hz. Ömer, Kıyamet kilisesinin olduğu yerden eline aldığı bir taşı fırlatmış bu taşın düştüğü yerde işte bu cami yapılmış.
Bu cami ziyaretinden sonra Müslümanların açıp kapattığı ve Hıristiyanlar tarafından oldukça kutsal sayılan, Kıyamet Kilisesine geldik.
Önünde büyük bir boş alan olan bu Kilisenin sağ tarafında,tahtadan büyük bir haç bulunuyordu.
Hıristiyan inancına göre Hz. İsa bu kilisenin bulunduğu yerde çarmığa gerilmiş daha sonra kabrinden kalkıp göklere yükselmiş.
Kilisenin ön tarafının üst kısmında ahşap bir merdiven bulunuyordu.
Rivayete göre, Sultan Abdülmecit döneminde kiliseye bir ferman gelmiş o esnada bu merdivene çıkmış birisi camları siliyormuş.
İşte o günden bu güne bu merdiven orada öylece bırakılmış.
Kilisenin içerisi oldukça gizemliydi ve elinde meşale ile bir papaz ayin yapıyordu.
Hz. İsa, yakalandığı ve çarmığa gerildiği yer arasında on dört noktadan geçmiş işte bu yola "Çile Yolu" deniliyormuş.
Hıristiyanlar bu yolu yürüdükleri zaman hacı oluyorlarmış.
Bu kilise, Müslümanların kubbe mimarisini tanıdıkları ilk yapıymış.
Kilisenin kubbesi daha sonra restore edilerek Kubbet-üs Sahranın kubbesinden daha büyük hale getirilmiş.
Bu görkemli kiliseden ayrıldıktan sonra altın kubbeli, Kubbet-Üs-Sahraya geldik.
Bu esnada, yanık sesli bir Arap kızının okuduğu şarkılar orada bulunanlara duygusal anlar yaşattı. bizde bu müthiş sesin cazibesine kendimizi kaptırdık.
Dört kapısı olan Kubbet-Üs ?Sahra'nın dört sütun üzerine oturtulmuş kubbesi Abanoz ağacıyla kaplanmış ve kubbede 16 pencere bulunuyordu.
Efendimizin ayak bastığı yer bir camekânla muhafaza altına alınmış, altında bir elin sığacağı kadarda boşluk bırakılmıştı, ziyarete gelenler bu boşluktan ellerini sokarak saygıda bulunuyorlardı.
Efendimizin, Miraca çıktığı yere On bir basamakla indik,Burası ,Hacerül Muallak taşının altındaydı ve içerisi 70 kişinin namaz kılabileceği genişlikte, iki metre yüksekliğindeydi.
İndiğimiz yer oldukça sıcak ve kalabalıktı .buna rağmen zorda olsa iki rekat namaz kılabilme fırsatı bulabildik.
Ulul Azm denilen beş peygamberin burada namaz kıldıkları da rivayetler arasındaydı..
Caminin halıları Türkiye'den getirilmiş bu durum biz oldukça gururlandırdı. Cami avlusunda karşılaştığımız ihtiyar iki Filistinli, bize sarılarak " Buralara gelin ve sahip olun" deyince oldukça duygulandık ve bu samimi ihtiyarlarla bir hatıra fotoğraf çektirdik.
Filistinlilerde müthiş bir Türkiye sevgisi var. bunu gezimizin her anında hissettik bize selam veren Filistinliler Türkiye'nin çok güçlü olması için dua ettiklerini her fırsatta söylüyorlardı.
Osmanlının bıraktığı intiba ve hatıralar her ortamda göğsümüzü kabartıyordu ve böyle bir ecdadın torunları olduğumuz için gururlanıyorduk.
Caminin çıkışında küçük çocuklara sarılıp, göz yaşları akıtan bir kadının hali hepimizi etkiledi.
Torunu öldürülen bu teyze, meğer, çocuklara sarılarak torun hasretini gideriyormuş. bu acıklı tablo, Filistinlilerin içinde bulunduğu durumu çok net anlatıyordu.
Bu hazin görüntülerden sonra Süleyman Mescidine geldik.
Merdivenlerle inilen bu mescit, Kıble Mescidinin tam altındaydı ve duvarları çok büyük taşlarla örülmüştü.
Dar ve uzun bir sığınağa benzeyen bu mescidin taban ve tavan döşemeleri taştandı ve içeride çok büyük sütunlar vardı.
Bu taşların ve sütunların büyüklüklerine bakıldığında o günün şartlarında bu malzemelerin nasıl kullanıldığı ve taşındığı aklımıza takıldı.
Rivayetlere göre Hz. Süleyman, cinleri çalıştırarak bu mescidi inşa etmiş .mescit Hz. Ömer tarafından da tamir ettirilmiş.
Mescidin bir tarafında da Osmanlı döneminden kalan zeytin yağı depoları vardı.
Bu gizemli mescit den çıktıktan sonra buraya çok yakın mesafede olan ve merdivenlerle inilen Mervan Mescidine geldik.
Sekiz bin kişinin namaz kılabileceği bu mescit, bizim Ulu Camiye benziyordu.
Haçlılar tarafından ahır haline getirilmiş olan bu mescidin içerisinde ki sütunlarda, atların bağlandığı demir halkaların izleri hala duruyordu.
Mescidi ön tarafında basamaklarla çıkılan bir bölümde Hz. Meryem'in ve Hz. Zekeriya'nın odası vardı.
Bu mescidin halıları da yine Türkiye'den getirilmişti.
Mescidi Aksa'nın içerisindeki önemli bir mescit de ,efendimizin miraca çıkarken bineğini bağladığına inanılan Burak Mescidiydi.
Kırk basamakla inilen bu mescit, 60-70 kişinin namaz kılabileceği büyüklükteydi ve kıble tarafında demir bir halka vardı.
Sonradan konulan bu halka, Efendimizin, bineğini bağladığı halkayı sembolize ediyordu.
Mescidi Aksa'nın içerisindeki şadırvanda abdestlerimizi aldıktan sonra Cuma Namazını kılmak için Kıble Mescidine gittik.
Mescit oldukça kalabalıktı ,vantilatörler çalışmasına rağmen içerisi bir hayli sıcaktı.
Cuma namazında hocanın okuduğu hutbe oldukça uzundu ve namazdan sonra cenaze namazı kıldık.
Cami cemaatinin büyük bir kısmı bizden ayrı olarak cemaatle bir namaz daha kıldılar.
Namaz dağıldıktan sonra mescidin ortasında elindeki mikrofonla etrafındakilere vaaz veren bir genç vardı.
Namazdan çıkıp ağlama duvarına gittik. Bu duvar Burak Mescidinin arkasındaydı buraya, X Ray cihazından geçilerek giriliyordu.
Ağlama duvarı tam karşımızdaydı ve oldukça yüksekti.
Etraf siyah elbiseli, beyaz gömlekli, silindir şapkalı ve zülüflü, fanatik Yahudilerle doluydu.
Duvar, haremlik ve selamlık olarak ikiye bölünmüştü.
Duvara yapışıp veya önünde sallanıp duran Yahudiler, taşların arasına dilek tuttukları kağıtları sıkıştırıyorlardı.
Üstün hocayla birlikte bu duvarın önüne kadar geldik, duvarın sol tarafında üzeri kapalı bir kısım vardı, burası belli ki özel bir yerdi.
Duvarlar kütüphanelerle kaplıydı ve içerisi , kutsal kitaplarını sallanarak okuyup dua eden" kipalı" Yahudilerle doluydu. Erkeklerin çoğu kipalı ve silindir şapkalıydılar,kadınlarda ise baş örtüsü vardı.
Müslümanlar ağlama duvarının Mescidi Aksa'ya ait olduğunu Yahudiler ise duvarın Hz. Süleyman'a ait olduğunu söylüyorlarmış.
Ağlama duvarında gördüğümüz manzaralar bize Anadolu da ki bazı adetleri hatırlatmıştı. Devam Edecek...