Bugün size her zerresine kadar yaşanmış bir öykü anlatacağım. Bu, öyle bir öykü ki, bir yanıyla on yıl öncesi Türkiye'sine projektör tutuyor, diğer yanıyla da karşılıklı samimiyetin, dürüstlüğün, güvenin ve fedakarlığın en naturel halini resmediyor.
Özetleyerek aktarmaya çalışacağım, ancak öykümüz öyle çarpıcı ve öyle gerçek ki, ne kadar özetlesem de bir köşe yazısının hacmini fazlasıyla aşacaktır.Lütfen birazcık sabır...
LOBİDE BAŞLAYAN SOHBET
Önce bir ses duyuldu. Herkes sesin geldiği yöne baktı. Orada, biri milletvekili diğeri gazeteci iki yurtsever insan vardı. Onların tek istekleri,
yılların mahzun ve mahcup düşürdüğü şehirlerinin artık ayağa kalkmasını istemekti. O sitem yüklü ses çok geçmeden ta uzaklardan duyulan bir çığlığa dönüştü. Ve o çığlık da bir çığ oluverdi.
Yer, İstanbul Ticaret Odası...
Tarih, 17 Eylül 2005...
Toplantı salonunda marka konulu konferans devam ederken gazeteci, lobiye çıktı.
İki beyefendi kendi aralarında sohbet ediyordu. Biri, diğerine, "... Anadolu'da bir şehrimize yatırım yapacağız ama henüz neresi olduğuna karar veremedik" dedi. Gazeteci, istemeden de olsa tanık olduğu bu sohbete sırt çevirmek yerine, iyice sokuldu ve beyefendilerin kimler olduğunu, nasıl bir yatırım yapmak istediklerini öğrenmeye çalıştı.
Beyefendiler gizemli konuşuyordu. Gazeteci ne kadar çaba harcasa da sohbetin içeriğini bir türlü öğrenemedi. O anda bir karar verdi. Hemen salona dönüp milletvekiline dışarı çıkmasını rica etti.
"Hocam" dedi. "Şurada oturan beyefendiler bir yatırımdan söz ediyorlar ama henüz
nereye yapacaklarına karar verememişler. Gel birlikte gidip tanışalım ve meseleyi
öğrenmeye çalışalım."
Milletvekili, gazeteciden daha sosyaldi. Hiç tereddüt etmeden, "... Ne duruyoruz haydi gidip tanışalım. Hoş bizi kovacak değiller ya."
Öyle de yaptılar. Milletvekili ve gazetecinin bu girişimleri o beyefendilerin de hoşuna gitmişti. Seviyeli bir ortamda samimi bir sohbet geçti aralarında...
Ertesi gün 12.30 için randevulaştılar.
BİR BÜYÜK PROJE NASIL ETE KEMİĞE BÜRÜNDÜ?
Beyoğlu'nda büyük bir binanın en üst katında, oval masanın etrafında oturmuşlardı. Önce yemek yenildi, havadan sudan sohbet edildi. Sonra Muzaffer Bey söze girdi.
"Biz" dedi. "Anadolu'da sosyal sorumluluk kapsamında bir yatırım yapmak istiyoruz. Aday illerimiz arasına sizin teşebbüsünüz üzerine Erzurum'u da aldık. Lütfen bize biraz Erzurum'u anlatır mısınız?"
Önce gazeteci, ardından da milletvekili o sınırlı imkânda anlatılması icabeden neyse aktardılar.
Gazeteci sözünü henüz tamamlamıştı ki, adeta "jüri masası"nda oturur gibi davranan bir beyefendi, söze girdi:"İyi hoş anlatıyorsunuz da, tutunuz ki biz bu yatırımı Erzurum'a yapmak istesek söyler misiniz, Erzurum'da Türkçe konuşan üniversite mezunu çalışan bulabilir miyiz?"
Gazeteci yutkundu, milletvekiliyle göz göze geldiğinde, milletvekili aynı
zamanda hoca olmasının da verdiği engin tecrübe ve lisan-ı halle "idare et" dedi.
Toplantı çok verimli geçmişti. Her ne kadar Einstein, "Atomu parçalamak önyargıları
yıkmaktan daha kolay" demiştiyse de, o gün o salonda önyargılar yıkılmıştı.
Masanın tam orta bölümünde oturan beyefendi, "...Mesele anlaşıldı, demek ki en kısa sürede Erzurum'a bir ekip göndereceğiz ve yatırım vasatı var mı yok mu baktıracağız" deyip, adeta toplantıya son noktayı koydu.
Gazeteci, henüz doğmamış çocuğa don biçiyordu belki, ama hisleri ona "iş tamam" diyordu.
Erzurum için artık o katar yola çıkmıştı...
Milletvekili de, gazeteci de kişisel bir hesabın içinde değillerdi, arka planları yoktu yani...
Erzurum'a bir çivi çakılsın da kim kazançlı çıkarsa çıksın; yeter ki, şu şehrin makus talihi değişsin artık...
KIŞIN BİNA MI YAPILIR HİÇ?
Erzurum'a lapa lapa kar yağıyordu, takvim yaprakları Aralık'ı işaret ediyordu.
"Siz deli misiniz, bu yatırım Erzurum'a yapılır mı hiç, şirketi zarara uğratacaksınız" gibi daha nice nice eleştirilere rağmen o çılgın şirket, "Erzurum" demişti.
Termometreler eksi 27'yi gösteriyordu. Yani tam da Nazım Hikmet'in dediği gibiydi:
"Yiğitlerin bıyıkları buz tutuyor"du...Levent adında bir yiğit vardı. Ekibi de en az onun kadar leventti...
Uzatmayalım, o bina demirden de olsa yapılmıştı.
Öyle ya Erzurum türküsünde de ozan demiyor muydu, "Demirden bir kuş var" diye...
Levent Bey ve ekibi adeta o türküye mersiye olsun diye, zemheride Erzurum'da demirden bir "yuva" yaptılar. Küçüktü belki ama öyle sıcak öyle samimiydi ki, içindeki 17 kişi,
yüzlere binlere ulaşmak için çırpınıp duruyordu. Onlar sanki de ateşe koşan kelebekler gibiydi...
HAYALDİ GERÇEK OLDU
Erzurum'da bir işletme kurulmuştu, ama ne Erzurum o işletmeyi tam olarak anlamıştı ne de o işletme çıktığı yolun nereye varacağını biliyordu.
Değil mi ki onlarca genç mutluydu, iş bulmuştu, çalışıyordu...Sayısı her gün artıyordu, 17 kişi ile başlayan çalışan sayısı hızla yüze, iki yüze ulaşıyordu. Şirketin üst kadrolarında birileri gitti, başkaları geldi. Muzaffer Bey artık yoktu ama yerine gelen Süreyya Bey ve Levent Bey'in yerine gelen Bahadır Bey, o bayrağı hiç yere düşürmediler ve hep en ileriye
taşımak için çırpınıp durdular.
17 kişi ile yola çıkan katar, gün geldi arkasına her gün yeni vagonlar ekleyerek Doğu için tüm zamanların en uzun trenini oluşturdu. Çalışan sayısı artık binlerle ifade ediliyordu.
Sadece bununla da kalmadı. Madem bu büyüklükte bir şirket Erzurum'u tercih etti demek ki bir bildiği vardır denilerek, sonraki yıllarda başkaları da o katara eklendi. Öyle bir hâl aldı ki Erzurum, bir sektörün neredeyse merkez üssü oldu.
"Türkçe konuşan kimse bulabilir miyiz" denilen şehir, şimdi tüm ülke için konuşuyor, hem de birinci sınıf bir Türkçe ile...
O şehrin adı Erzurum'dur çünkü...
O şehir ki, Kuva-i Milliye şiirinde geçen şekliyle, " Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,
İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.
Buna rağmen,
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
«makamı hilâfet ve
saltanata.»
Hattâ casuslar vardı içerde.
Buna rağmen,
«Bütün aksâmı vatan
birküldür»
denildi.
«Kabul
olunmaz,»
denildi,
«Manda ve Himaye...»
Buna rağmen,
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :
«Amerikan mandası altına girelim,» diye.
«İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
şu halde, diyorlardı, şu halde,
Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil
Amerikan mandaterliğini talep etmeği
memleketimiz için en nâfi
bir şekli hal kabul ediyoruz.»
Fakat bu şekli halli kabul etmedi
Erzurumlu.
Erzurum'un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
kabullenmez yılgınlığı... "
Erzurum, yenilgiyi kabullenmemiş ve kendisine güvenen hiç bir dostunu da yolda bırakmamış bir şehirdir.
Gün gelir de Erzurum, bu alanda değil Türkiye, dünya ölçeğinde bile bir merkez olsa dahi, bizim için ilk göz ağrımız hep en kıymetli olacaktır. Zira aldığımız terbiye, yola çıktığımız dostlarımızı yolda karşılaştıklarımızla değiştirmemek düsturu üzerinedir.
PEKİ NEDİR BU YATIRIM VE O ŞİRKETİN ADI NE?
Tahmin edenler elbette çoğunlukta. O şirketin adı hiç kuşkusuz ki Turkcell'dir, daha dar çerçevede ise Turkcell Global Bilgi'dir.
10 yıl önce bir avuç inanmış adam Erzurum'a güvendi ve buraya bir yatırım yaptı. Erzurum ise, kendisine güvenen o tam inanmış insanları yolda bırakmadığı gibi
onların yanına başkalarının da gelmesini sağladı. Bugün Erzurum için, "çağrı merkezi üssü" diyorsak, bu, kesinlikle Turkcell sayesindedir. Onlar bu şehre güvendi ve kendilerine "siz maceraya atılıyorsunuz" diyenleri yanılttı, Erzurum da bu güveni boşa çıkarmayarak dostlarına kucak açtı.
KAPTAN KÖŞKÜNDE ARTIK KAAN TERZİOĞLU VE ÇAĞATAY AYNUR
BEY VAR
Anadolu'yu ihya etmek için yola çıkan ve tüm samimiyetiyle elinden geleni yapan Turkcell gemisinin kaptan köşkünde dün Muzaffer, Levent, Süreyya ve Bahadır beyler vardı.
Bugün nöbet değişimi oldu. O kıymetli kaptanlar görevlerini başka kıymetli kaptanlara devretti. Onlar Kaan Terzioğlu ve Çağatay Aynur'dur.Gemi engin denizlerde huzur ve güven içinde yüzüyor. Yeni kaptanlarımızdan yeni seferler
bekliyoruz.Anadolu, Türkiye'dir, Türkiye ise Anadolu demektir.10 yıl önce Erzurum'a güvenen insanların yerini şimdi Erzurum'a çok daha fazla güvenen kahramanlar aldı.
Yolunuz açık olsun güzel insanlar,
Erzurum da size güveniyor...
Duyar gibi oluyorum. İyi de o gazeteci ve milletvekili kim?
En iyisi mi ben söylemiyeyim, siz bulun belki de aramızdadırlar...
Bu on yılın sonunda asıl kim teşekkürü hakediyor diye soracak olursanız, söyleyelim:
Bugüne kadar bu çatı altında görev yapmış beş binin üzerinde genç kardeşim ve onların bize güvenen aileleri, yani bütün bir Erzurum...