ErzurumHaber Girişi : 21 Ekim 2009 01:24

Kendi şehrinde yabancı olmak!...

Kendi şehrinde yabancı olmak!...
Kendi şehrinde yabancı olmak!...

Sanırım başlıktaki düşünce sadece benim gibi; bir şehirde olması lâzım gelen özellikler ya da bir yere şehir olma vasfını kazandıran değerler bütünü konusunda titizlenen ve buna dair hassasiyetleri gelişmiş olanlara ait değil. Giderek birçok kişiden bununla ilgili şikâyetler duymak sizler için de şaşırtıcı olmasa gerek. Son yıllarda ( Bunun kaç yıla tekabül ettiğine; azıcık düşünün ve kendiniz karar verin.) şehirlerimiz; şehir kültüründen yavaş yavaş nasibini almış ve şehir üzerine bilgi edinmiş olmasa bile, insiyakî yani içgüdüsel olarak şehrin ne olup, ne olmadığından haberdar kişilerden, çeşitli yollar yardımıyla başka kişilere devrediliyor.  Mekân ve insan ilişkisinin ne denli önem arzettiğinin ve mekânın insan üzerindeki yetiştirici etkisinin boyutları hakkında, bir kere bile kafa yormamış ve belki de bundan sonra da böyle bir işe girişmeyecek olanların şehirlerin yönetimine gelmesi veya şehirlerin ileri geleni olmaya başlaması; şehir kavramında olumlu sayılamayacak değişikliklere yol açmış; bu ise  bozulmayı ve arkasından da bazı şehirli değerlerin yok olmasını getirmiştir.

            Böyle bir durumun oluşmaya başladığı şehirlerde dolaşmak; eskiden olduğu gibi, sizin o şehri sevme hissinizi çoğaltmaz, bir şehrinizin olduğu duygusu sizi mutlu etmez ve belki de; eğer şartlarınız el veriyorsa, yeni bir şehirde yaşama fikrine kendinizi alıştırmaya başlarsınız. Çünkü; zihninizi “Kendi Şehrinde Yabancı Olmak” şeklinde bir anafora kaptırmışsınızdır ve bundan kurtulmanız çok zordur ve hatta imkânı yoktur. Orada yaşıyor olmaya devam etmek bazı özel sebepler ve nasiple açıklanmaya başlanmıştır sadece.  

          O güne kadarki ömrünüzün geçtiği şehirde; yüzler, bakışlar ve duruşlar yabancıdır ve eskiden adım başı selâm alıp verdiğiniz, bu şehrin en kalabalık caddesinde yürürken, bazen bir tek tanıdığın selâmıyla bile karşılaşmadan caddeyi bitirebilirsiniz. O an bulunduğunuz yer konusunda şüpheye düşmek bile ihtimal dahilindedir ve bunu anlattığınız biri; kendisinde de aynı şüphenin oluştuğunu söyleyebilir.

            Geçenlerde; şehirlilik kavramının kendisinde temayüz ettiği Kızılay Şube Başkanı Mithat Turgutcan’ın bir tanıdığına söylediği şu söz, anlatmak istediğimizi özetlerken, gidilen noktanın önemine de işaret ediyor: “-Eskiden bu caddede yürürken, sağ kolum aşağı inmezdi selâm vermekten… Şimdi ise, nerdeyse kimse beni tanımıyor.”

            İşin tam bu noktasında hemen şunu belirtelim ki; tabii ki şehirler zaman içinde büyüdüler, nüfusları arttı. O herkesin birbirini tanıdığı günler uzaklarda kaldı. Ancak; şehirlerimizi böyle bir keşmekeşin, böyle bir yabancılaşmanın içine atan süreç, çok kısa bir döneme, yani belki elli yılda yapılması gereken şey on yıla sığdırıldığı, bu aşamanın sindire sindire gerçekleşmediği için böyle oldu. Büyük bir göç alıp verme dalgasına hazırlıksız ve altyapısız yakalanan ülke; bu dönemde ortaya çıkan istismarcıların da etkisiyle; insan ve mekân unsuru açısından adeta tarumar edildi. Sel yollarının bile işgal edilerek, buraların iskâna açılması, sonrasında büyük acılar yaşanmasına sebep oldu.

            Hemen belirtelim ki bu duruma sebep olan, sadece göçle gelenler değil. Şehrin “yerlileri” diye tabir edebileceğimiz insanların da bu konuda hata ya da kusurları olduğu unutulmamalı. Uzun bir zaman diliminde onların elinde olan şehre, hakettiği ilgi ve özenin gösterildiği söylenemez. Ve hatta; önlerinde dur diyecek herhangi bir kuvvetin olmadığı böyle bir devirde, birilerinin bu şehri paylaştığı bile iddia edilebilir. Ve bundandır ki; aşağıda okuyacağınız cümlelerden, onların da kendi adlarına pay çıkarmaları gerekir.

            Yazar Leyla İpekçi, “Bir Şehre Sahip Olmak ya da Ait Olmak” başlığıyla yazdığı bir yazıda (Taraf Gazetesi-29.08.2008) şöyle diyor:

            “ …..Çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir şehrin “bozuk para gibi harcanması” karşısında üzgün ve kızgın olabilirsiniz. Talan politikalarını ve daha birçok şeyi alkışlayacak değilsiniz. Ancak bu söylem, bizzat bir şehrin yerlileri tarafından da dejenere edildiği gerçeğine gözlerinizi kapamanızı gerektirmez. Hatta kimileri; yerlilerine oranla çok daha çalışkan ve kıymet bilici olabilirler bu yüzden.

            Arabesk gibi bir müzik türüne kızmakla yetinen, ama kendi üretilmiş kültürünü yansıtmayı hiç düşünmeyen seçkinleri boldur (…) şehirlerin… Kıllarını kıpırdatmazlar yerel özelliklerini korumak, çoğaltmak, yansıtmak için. Sonradan kente gelenler kendi çabalarıyla bir şeyler yaptıklarında, onları da eleştirirler. (Oysa onların da) …… eski mahallelerin yeni halini merak ettiklerine de pek tanık olmazsınız. Okumadan, gözlemeden bilirler neyin nasıl olması gerektiğini.

            Bir şehri ille o şehrin yerlileri mi sahiplenmelidir diye düşünmeden edemedim bu yüzden. Dahası, o şehrin yerlileri midir o şehir için daima daha iyisini yapmayı beceren? Oysa ne oluyor? Bir şehrin, bir toprak parçasının yerlisi olmak, o toprağın efendiliğine soyunmak anlamına gelmeye başlıyor. İnsanın bir yere sahip çıktığında değil, ancak o yere ait olduğunda o yerin ‘yerlisi’ olabileceğine inanıyorum. Çünkü ancak o zaman onu başkalarıyla paylaşabiliyorsunuz.”

            Belki de yazarın anlatmak istediklerinde asıl mana işte bu paylaşma kelimesinde düğümleniyor. Ve bu paylaşım gerçekleşmediği, şehre büyük bir açgözlülükle saldırıldığı ve  öncesinde; göç yoluyla gelenlere belli bir kaynak ayrılmadığı içindir ki; onlar da şehre uyum sağlama, alışma ve şehir kültürünü edinme aşamalarını geçme sırasında, belli bir bocalama, kargaşa çıkarma ve mekânı bozma hareketlerine ortak oluyorlar.  

           Şehir; medeniyet serüvenimizin başladığı yerdir. Ve; zaman içinde orada oluşturulmuş ya da oluşturmaya çalıştığımız hayata dair kavramlar ve bu kavramların fiziksel olarak şekillenmiş halleri, bu serüvenin rotasını belirler. Güçlü bir fikri altyapı ve buna dayanılarak ortaya konan fizikî durumun yapılandırdığı şehirler; bu birlikteliği sürdürme gayreti içinde oldukları bütün zamanlarda medeniyetin temsilcileri olmuşlardır. Bundan uzaklaşanlar ise; düşüşe geçmişler; sadece muhafaza ettikleri ya da etmeye çalıştıkları bir tarihi mirasla varlıklarını devam ettirmişlerdir.

             Yerinden doğrulmanın ve eski şaşaalı günlere geri dönmenin yolu; yine şehrin sahip olduğu iç dinamiklerinde ve kendisiyle hesaplaşmasında gizlidir. Kendine dayanarak, kendine inanarak ve kendi insanının gücünü kullanmayı becererek, geçmişte yaptığını yine başarabilir.

            Bizim şehirlerimiz; özellikle İslâmiyet’le tanıştıktan sonraki yüzyıllar içinde kurduğumuz şehirler; bir batılının deyimiyle “insan yüzlü şehirler”dir. Orada Batı şehirlerinin soğuk yüzüne rastlayamazsınız. Ne var ki; son yüzyılda şehir diye ortaya koyduklarımız bu nitelemeden uzaktır ve soğukluk açısından Batı’yı çoktan arar hale gelmişizdir. Mimarî açıdan hiçbir sıcaklık ve yerleşim planı yönünden hiçbir ferahlık hissi vermeyen binaların; mekân olarak huzura yaptığı katkı son derece azalmıştır ve böyle yerlerde yaşamak; içinde gerginliği barındıran bir hâle dönüşmüştür.

           İnsan ve mekân varlığı açısından her geçen gün daha dönülmez bir noktaya doğru giden şehirlerimiz; -geçmişten bize intikal eden bölümlerini hariç tutarsak-, bu durumlarıyla geleceğe bırakılacak herhangi bir değer taşımamaktadır. Tamamen bize yabancı ellerce oluşturulmuş bir mimarî tarz ve site kültürü içeren bu yapılaşma, bize ait yaşama kültürünün bir an önce yok olmasına önemli ilaveler yapmaktadır.

           Bu gidişe ne kadar ve ne zaman el atılabilir ya da el atılabilir mi bilmiyorum; ama bildiğim bir şey var ki o da şu; böyle devam ettikçe, yaşadığınız şehrin ‘kentsel dönüşüm projeleri’ni, hep ‘yabancı’lar yapacak.


Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.