Bişkek
caddeleri de oldukça geniş ve bakımlı, modern giyimli insanların
yanında geleneksel kıyafetleri ile dolaşan insanlar yok değil.
Yaya olarak yaptığımız Bişkek turundan sonra, rehberimiz Mustafa Hoca bizi meşhur bir Uygur lokantasına götürüyor.
"Faize" isimli bu lokanta müşteriden geçilmiyor, boş masa bulmak neredeyse imkânsız.
Neyse ki yer bulup oturuyoruz, garson kızlar başları kapalı, geleneksel giysilerle hizmet veriyorlar.
Bu lokantada yerli yemekler sunuluyor, önce masamıza "Samsa" denilen, içi etli üçgen börek ve yeşil çay ile erik hoşafı geliyor.
Bu leziz börekten sonra altında erişte, üstünde ince kıyılmış et bulunan "Lagman" isminde başka bir yöresel yemek geliyor.
Buharda
pişirilen ve bizim Hıngelin (Mantı) çok daha büyüğü ile Şaştık denilen
şiş kebaptan yiyip, Cengiz Aytmatov'un mezarına gitmek için aracımıza
biniyoruz.
Sohbet esnasında Cengiz Aytmatov'un isminin
Bişkek'teki Kırgız ? Türk Erkek Lisesi'ne verildiğini de Mustafa
Hoca'dan öğrenmiş oluyoruz.
Yeşillikler arasındaki doyumsuz
manzarayı seyredip, yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Cengiz
Aytmatov'un mezarının olduğu tepeye geliyoruz.
Bu tepeden manzara mükemmel gözüküyor.
Önce
1938 yılında şehit edilen Kırgızların yakıldıkları fırının
kalıntılarının olduğu yere çıkarken, yolda karşılaştığımız iki Kırgız
askerle selamlaşıp fotoğraf çektiriyoruz.
Bilahare katliamın yapıldığı yere gelip Fatiha'larımızı okuyor ve geldiğimiz alana dönüyoruz.
Ne yazık ki burada bulunan müzeyi kapalı olduğu için gezemiyoruz.
Cengiz Aytmatov'un mezarı tepenin en hâkim yerinde ve yeni yapılacak mezardan dolayı etrafı çevrilmiş vaziyette.
Dünyanın
en güçlü kalemlerinden, Türk dünyasının gururu Cengiz Aytmatov'un
mezarı başında Fatiha'larımızı okuyup eşsiz manzarayı seyrederken,
aklıma Aytmatov'un romanlarındaki tasvir yeteneği geliyor ve Aytmatov bu
gördüklerimizi nasıl tasvir ederdi diye düşünüyorum.
Romanlarını
zevkle okuduğumuz, gıyabında hayranlık duyduğumuz Aytmatov'u sağlığında
görememiş olsak da mezarının başında bulunmanın bahtiyarlığını
yaşıyoruz.
Hava yavaş yavaş kararmak üzereyken, Bişkek'e dönüyoruz.
Yolumuzun üzerinde çilek, kiraz ve kaysı satan Kırgız teyzeleri görünce, durup onlardan alışveriş yapıyoruz.
Mahalli kıyafetli bu teyzeler ile sohbet edip alışveriş yaparken, yanımıza Kırgız çocuklar geliyorlar.
Ellerinde sevimli bir köpek yavrusu olan bu çocuklara Erzurum'dan getirdiğimiz küçük hediyelerden verip gönüllerini alıyoruz.
Bişkek'e
dönüp Merkez Camii'ne uğradıktan sonra, ertesi gün erken saatte
Almaata'dan kalkacak uçağımıza yetişmek üzere gümrük kapısına geliyoruz.
Kapıya kadar bize refakat eden Mustafa Karadağ kardeşimizle vedalaşıp ayrılıyoruz.
Bişkek'te
45m² bir evde iki çocuğu ile birlikte yaşayan bu fedakâr kardeşimiz ile
onun gibi alperenlik ruhuyla bu topraklarda görev yapan güzel
evlatlarımızı hayranlıkla yâd ediyoruz.
Gençlik yıllarımızda en
büyük özlemlerimiz arasında, esaret altındaki Türk dünyasına gitmek ve
onların dertleri ile dertlenmek gelirdi.
Azerbaycan, Türkistan,
Kırım, Kerkük denilince tüylerimiz diken diken olur, "Çırpınırdı
Karadeniz / Bakıp Türk'ün bayrağına" marşını söyleyerek ruhumuzu
dinlendirirdik.
Köprünün altından çok sular geçti, koskoca Sovyet Rusya dağıldı, hayalimiz gerçek oldu, Türk dünyası özgürlüklerine kavuştu.
İşte
bu aşamada sorumluluk hisseden alperenlerin ata yurda koşup, para,
mevki ve makam hesabı düşünmeden hasbi olarak hizmet etmelerini görünce,20 yıl gecikme ile buralara ulaşmanın ezikliğini de hissettiğimizi
ifade edebilirim.
Gümrüğe yaklaştığımızda gözümüze çarpan araç
kuyrukları bizi biraz endişelendirmiş olsa da Ahıskalı şoförümüz Murat,
kısa bir çıkış yolu bulup bizi rahatlatıyor.
Birkaç saatlik beklemeden sonra Kazakistan'a geçip, sabahın ilk saatlerinde Almaata Havaalanı'na ulaşıyoruz.
Ahıskalı Murat ile sarılıp helâllik aldıktan sonra bizi ata yurttan anayurda götürecek uçağımıza biniyoruz.
Arkamızda
Kazakların "Bindiğimiz atları biz yedik, siz onlara binip uzaklara
gittiniz, biz de sizin yolunuzu gözlerken gözlerimiz çekik ve küçük
kaldı" sözleri yankılanırken, altı saatlik bir yolculuktan sonra
dünyanın incisi İstanbul'a iniyoruz.
Ersin Bey'in daha önce ayarladığı minibüse binip, vakit geçirmek için yakındaki bir AVM'ye gidiyoruz.
Hastalandığını
bize belli ettirmemeye çalışan Fahrettin Akasakal'ın durumunu yakından
görünce, onun istirahat etmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Randevu vakti geldiği için hemen Zaman Gazetesi'nin merkezine gidiyoruz.
Fahrettin Bey'i rahat bir yere oturttuktan sonra tesis hakkında brifing alıp, binayı gezip, yemekhaneye iniyoruz.
Bize
sunulan lezzetli yemeklerden sonra Dr. Rahmi Özkurt'a, hastalanan
Fahrettin Aksakal'ı tesisin revirine götürüp muayene etmesini
öneriyoruz.
Bizler de pastane kısmında çay içip, kitap satış
reyonundan Erzurumlu Şükrü Paşa ile ilgili kitapları alıp sohbete devam
ediyoruz.
Biraz sonra Dr. Rahmi Bey ile Fahrettin Bey'in gülerek geldiklerini görünce morallerimiz yerine geliyor.
Radyo Cihan tarafından bize takdim edilen hediyelerimizi alıp vedalaştıktan sonra, Atatürk Havalimanı'na dönüyoruz.
Seyahat
boyunca yaşadığımız güzel hatıralar ve intibalar eşliğinde uçağa binip,dadaşlar diyarı Erzurum'a sağlıkla ve sevinçle dönüyoruz.