Kazakistan-Kırgızistan izlenimleri-4

19 Mayıs Pazar günü Çimkent'teki otelimizden ayrılmak için dışarı çıktığımızda, ağaçlardan ve çiçeklerden gelen müthiş bir koku hepimizi mest ediyor.

Hava biraz yağışlı, Osman Hoca'nın nezaretinde Kazak ? Türk Erkek Lisesi'ne gidiyoruz.

Okulun önü pikniğe gidecek öğrenciler ve onları okula getiren velilerle dolu.

Gittiğimiz okul bizim Fen Liseleri gibi statülü bir okul, 300 öğrencinin eğitim gördüğü ve bölgenin bir numarası olan bu okula imtihanla giriliyormuş.

Bu güzel eğitim müessesesini gezdikten sonra Osman Hoca bizi bir kahvaltı salonuna götürüyor.

Mükellef bir kahvaltının ardından Hoca Ahmet Yesevi'ye gitmek üzere Çimkent'ten ayrılıyoruz.

Müslüman Türk insanının gönlünde özel bir yere sahip olan Hoca Ahmet Yesevi'nin yaşadığı topraklara gitmenin heyecanı hepimizi sarıyor.

Pir-i Türkistan veya Hazret-i Türkistan olarak bilinen Hoca Ahmet Yesevi'nin Divan-ı Hikmet isimli kitabını buraya gelmeden önce bir kere daha gözden geçirdiğim için, bu büyük Türk Mutasavvıfın kabri şeriflerini görecek olmanın mutluluğunu yaşıyorum.

Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olan ve İslami düşünceyi Türk kültürünün değerleriyle örtüştüren Hoca Ahmet Yesevi'nin Arapça ve Farsçayı bilmesine rağmen, eserlerinde ana dili Türkçeyi tercih etmesi, onun Türk kültürüne olan ilgisinin güzel bir örneğidir.

Köklerini inkâr etmeden İslam inancını içselleştiren Ahmet Yesevi düşüncesi, Anadolu'nun ve Rumeli'nin Türkleşmesinde önemli rol oynamıştır.

Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli gibi gönül erenlerinin esin kaynağı olan Hoca Ahmet Yesevi'nin felsefesi, bugün dünyanın ihtiyaç duyduğu en sağlıklı reçeteyi insanlığa sunmaktadır.

"Benim hikmetlerim hadis hazinesidir / Kişi pay görmese, bil habistir / Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı / Okuyup bilsen, hepsi Kur-an'ın anlamı" diyen ve Türkistan'dan Balkanlara kadar İslam'ın sevgi, barış ve kardeşlik öğretilerini götürüp gönüllere taht kuran Mürşid-i Kâmil Ahmet Yesevi Hazretleri, 1093 yılında bu topraklarda dünyaya gelmiş ve yine 1166 yılında bu topraklarda Vatan-i Aslisi'ne kavuşmuş.

Yollarda çalışma olduğundan Yesi'ye varmamız biraz gecikiyor.

Sağ tarafımızda Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi sanki de bize merhaba diyor.

Türkistan'ın manevi merkezi olan Yesi'ye girdiğimizde aracımızı park ediyoruz, etraf kebapçılarla dolu, hijyen denilen bir şey yok.

Lokantamsı küçük işletmelerin yaktıkları mangallardan çıkan kebap kokuları her yerden hissediliyor.

Bu lokantaların önünde tenekeden yapılmış el yıkama tulumbalarını gördüğümüzde, bizim 40 yıl önceki teneke tulumbaları hatırlamadan edemiyoruz.

Burada bizi Ahmet Yesevi Üniversitesi mezunu Ethem isimli Kazak bir kardeşimiz karşılıyor.

Etrafta hediyelik eşya ile yiyecek ve içecek satan dükkânlar bulunuyor, çift hörgüçlü develere binip fotoğraf çektirenler ise renkli görüntülere sebep oluyorlar.

Tezgâhlarda kurut, deve sütü, meşrubat, su ve ekmek satılıyor.

Bankta oturan yaşlı bir Kazak'ın ellerini açarak Kazakça yaptığı dua çok hoşumuza gidiyor.

Yavuz Aslan Hoca küçük bir Kazak çocuğunun fotoğrafını çekmekle meşgulken, bana dönerek bu erkek çocuğun isminin Dilşad olduğunu söylüyor.

Kızımın adının Dilşad olduğunu bilen Yavuz Hoca, Dilşad isminin bu coğrafyada erkekler için kullanıldığı bilgisini de veriyor.

Kapılarının önünde mangallar yanan birkaç Kazak çadırı lokanta işlevi görüyor.

Abdest alacağımız yere geldiğimizde kalabalık bir bayan grubunun biraz ileride beklediklerini görünce bir mana veremiyoruz.

Abdest alma yerine girip çıktığımızda durumu fark ediyoruz.

Tuvaletlerin erkek ve bayan kısımları olmadığından, erkekler çıktıktan sonra bayanları topluca içeri alıyorlar.

Tuvaletler son derece iptidai, velhasıl temizliği emreden bir kültürün izlerini taşımıyorlar.

Türbenin önüne geldiğimizde haliyle heyecanlanıyoruz ve bir an evvel türbenin içerisine girmek istiyoruz.

Türbenin oldukça yüksek olması dikkatimizi çekiyor, Dr. Rahmi Bey; "30 metreden az değildir" diyerek tahminde bulunuyor.

Bize rehberlik eden bayanın, türbe yüksekliğinin 38.7m. olduğunu söylemesiyle tahminde yanıldığımızı anlıyoruz.

İçeri girdiğimizde ortada kocaman bir kazan görüyoruz, 2.5 ton su alan bu kazan, yedi metalin karışımı olup, Timur tarafından yaptırılarak buraya hediye edilmiş.

Kazanın bulunduğu yere "Bakır kazan odası" deniyor, burası dervişlerin zikir odası olarak da biliniyor.

Yine türbede, sekiz metre boyundaki ardıç ağacının ucuna takılı Timur'un Tuğu bulunuyor.

Türbeyi Aynur isminde bir kazak bayanın rehberliğinde geziyoruz.

Aynur Hanım Türkçeyi o kadar temiz kullanıyor ki onu dinlerken hepimiz mest oluyoruz.

Hele Efendimiz Hz. Muhammed'in ismini zikrettiği zaman duyduğu saygı ve heyecan anlatılır gibi değil, bu temiz inanç karşısında hayranlığımızı gizleyemiyoruz.

Dikdörtgen şeklinde yapılmış türbenin iç kubbesinin 17 metre, dış kubbesinin ise 28 metre olduğunu ve altın desenli yeşil sırlı çinilerle kaplandığını Aynur Hanım'dan dinliyoruz.

Restorasyon çalışmalarının yapıldığı türbenin içerisi bir hayli kalabalık...

Sağ tarafta dar bir kapıdan girilen yer dua odasıymış, burada insanlar dua ediyorlar.

Bu odanın sağ tarafında bir pencere var, oradan Hoca Ahmet Yesevi'nin mezarı görünüyor.

Dua odasının başköşesinde devamlı dua ettiren yaşlı biri bulunuyor ve pencerenin alt tarafı atılan paralarla dolu, sağ tarafta ise etrafında mumların yandığı bir yardım kasası var.

Aynur Hanım bizi başka bir taraftan götürüp, Hoca Ahmet Yesevi'nin mezarını gösterip dua okumamızı istiyor.

Türbede bulunan mescitte öğle namazlarımızı kılıp, çini süslemeleri ve türbenin görmediğimiz taraflarını gezip, Aynur Hanım'a teşekkür ederek bu manevi mekândan ayrılıyoruz.

İkinci ziyaret yerimiz Hoca Ahmet Yesevi'nin inzivaya çekildiği, uzlet hücresinin bulunduğu mekân.

Bilindiği üzere Hz. Peygamber bu fani dünya üzerinde 63 yıl misafir kalmış ve ebedi âleme göçmüştü.

Hoca Ahmet Yesevi de bundan dolayı 63 yaşını geçtikten sonra ömrünün geri kalanını yerin altına açtığı bir mekânda geçirmiş, Efendimize olan hürmetini ve sadakatini bir kez de böyle dile getirmişti.

İşte bu dergâhın kapısından içeri geçerken bu bağlılığın somut ifadesini görebilmenin heyecanını taşıyoruz.

Ahşaptan yapılmış ve odun direkler üzerine inşa edilmiş bu dergâh insana huzur veriyor.

Dergâha girdikten sonra sağ tarafta dervişlerin zikir esnasındaki hallerini yansıtan oldukça büyük bir tablo yer alıyor.

Hoca Ahmet Yesevi'nin yerin altına girdiği uzlet hücresinin giriş kısmı kapalı olduğu için aşağıya inemiyoruz.

Yukardan bakıldığı zaman dar bir merdivenle yerin altına inildiği hemen anlaşılıyor.

Dergâhın içerisinde Hoca Ahmet Yesevi zamanından kalma bir kazan ile Erzurum tabiri ile tahtadan yapılmış bir seki bulunuyor ve buranın üzeri seccadelerle kaplı.

Son derece manevi bir huşu ile ayrıldığımız bu dergâhtan sonra hamam kısmına doğru yürüyoruz.

Hamam bizim Osmanlı dönemlerinden kalan hamamların bir benzeri.

Ortada bir göbek taşı ve etrafta hücreler bulunuyor, yalnız hamam biraz basık ve kurnaları yok, kurnaların yerine bakırdan leğenler konulmuş, ayrıca yanlarında büyükçe ibrikler yer alıyor.

"Hamama giren terler" derler ama bizler terlemeden çıkıp, yağan hafif yağmurun altında hediyelik eşyaların satıldığı kısma geliyoruz.

Alacak fazla bir şey bulamadığımız için buradaki rölyeflerin önünde fotoğraf çektiriyoruz.

Özellikle oradan geçen genç kızların çekinmeden bizimle fotoğraf çektirmeleri çok hoşumuza gidiyor.

Bir genç kızın bir arada durmamızı tembih ederek koşarak gidip kendi fotoğraf makinesini getirip bizimle fotoğraf çektirmesi hepimizi etkiliyor.

Aracımıza yönlenirken rahmetli anamın hayrına dağıtmak için Erzurum'dan getirdiğim Yasin, Tebareke ve Amme sureleri yazılı dua kitapları ve küçük Ku'ran-ı Kerimler aklıma geliyor.

Bunları hemen bir poşete koyup koşarak tekrar Ahmet Yesevi Hazretleri'nin türbesine girip dua odasında hepsini dağıtıyorum.

Nasip buna derler diye içimden geçirip hareket etmekte olan aracımıza biniyorum.

Devam Edecek? 

FOTOĞRAFLAR İÇİN TIKLAYINIZ
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.