Oldukça yorucu geçen bir günün ardından saat yedide kalkmak üzere odalarımıza çekiliyoruz.
Sabah
kararlaştırdığımız saatte kahvaltımızı yapıp, kapıda bizi bekleyen
minibüse geçtiğimizde ekibimizin en genci olan Burak Kazan'ın ortalarda
görünmediğini fark ediyoruz.
Araç içerisinde bir müddet
bekledikten sonra, uykudan yeni uyandığı her halinden belli olan Burak,
mahcup bir edayla minibüse binerken, kendisine takılmalar başlıyor.
Minibüsümüzün şoförü Ahıskalı Murat isminde bir Türk, kendisi bizim Olurlular gibi konuşuyor, bu yüzden oldukça iyi anlaşıyoruz.
Murat'ın annesinin Erzurum kökenli olması da onunla yakınlaşmamızın belki de en önemli sebebi.
Şoförümüz
Murat'ın teypten çaldığı Evreşe yolları dar türküsü ile El- Farabi
Caddesi'nden geçiyoruz, trafikte yine bayan sürücüler oldukça fazla.
Kazakistan'da
bayanların sosyal hayat içinde oldukça etkin oldukları her alanda
kendini gösteriyor, caddeleri onlar süpürüyor, araçları onlar sürüyor,
oto kuaförlerinde bile bayanlar çalışıyor.
Kazakistan trafiğinde yayaların geçiş üstünlüğü olduğundan, yaya kavşaktan caddeye ayağını atar atmaz araçlar duruyor.
Mimaride çadır vurgusu ön plânda, camilerin mimari tarzları da bizimkilerden çok farklı?
Yanından geçtiğimiz Nazarbayev Milli Parkı çok geniş bir alana yayılmış ve oldukça yeşil, hayranlıkla izliyoruz.
Atın üzerindeki temsili "Altın Adam" heykelini arkamızda bırakarak, Türkistan'a doğru keyifle yol alıyoruz.
Uçsuz bucaksız Kazakistan topraklarında ilerlerken, gördüğümüz eşsiz manzaralar hepimizi etkiliyor.
Yemyeşil
ovanın gelincik tarlalarıyla olan izdivacı, ilâhi sanatkârın
yeryüzündeki emsalsiz ebrusu gibi büyüleyici bir görüntü sunuyor.
Yol
üzerindeki köyler; bir katlı, çatılı ve bahçeli evlerden oluşuyor,
bizim taş yığını köylerin halleri aklımıza gelince bayağı müteessir
oluyoruz.
Mezarlıklar uzaktan küçük bir köy gibi görünüyor, çünkü mezarlar ev şeklinde tasarlanmış.
Küçük
türbeleri andıran bu durumu yakından görebilmek için ilk fırsatta
gördüğümüz bir mezarlıkta durup fotoğraf çekiyoruz, böyle bir geleneğin
oldukça külfetli olduğunu aramızda koşuyoruz.
Yol boyunca atlı çobanları ve at sürülerini sıkça görebiliyoruz.
Yolda trafik polisleri aracımızı durduruyor, evraklarını alıp polislerin yanına giden Murat, kısa bir sürede geliyor.
Meğer radara yakalanmışız, Murat da 4000 Tenge vererek sorunu aşmış.
Geldiğimiz
mola yerinde meşhur Kazak çadırlarından birine girip, "Yurt" olarak
tabir edilen bu çadırın fevkaladeliği karşısında hayranlığımızı
gizleyemiyoruz.
Çadırın Türk kültüründe oldukça istisnai bir yeri
var, öyle ki Moğolistan'dan gelen Kazakları Sibirya'ya yerleştirip
onlara ev vermişler, ama Kazaklar evleri söküp yerine çadır kurmuşlar.
Tuvaletin
kapısında "Hacethane" yazıyor olması çok hoşumuza gidiyor, ama
tuvaletlerde suyun ve temizliğin olmaması hiç hoşumuza gitmiyor.
Beton
asfaltla kaplı yolda ilerlememiz, ara sıra durup eşsiz güzellikteki
manzaralar arasında fotoğraf çektirmemiz ve Dr. Rahmi Özkurt'un hekimlik
maceralarını dinlememiz yorgunluğumuzu unutturuyor.
Çok uyumlu bir ekiple yolculuk yaptığımızı da bu arada belirtmeliyim.
Celal
Hoca'nın dayanıklılığı ve az konuşması, olaylara hep sempati ile bakan
Fahrettin Bey'in yaklaşımları, Dr. Rahmi'nin hoş sohbeti, Yavuz ve Ömer
Hocalarla kardeşim Uğur'un uyumlu tutumları, genç Burak'ın ve Yusuf
Hoca'nın sempatik halleri, Ünal Hoca'nın dervişane yapısı, Ersin Bey'in
fedakâr ve anlayışlı tutumu, ekibimizin ne denli uyumlu olduğunu
göstermeye yeter sanırım.
Uzun bir yolculuğun ardından Talas'ın girişindeki Kemerlitaş'ın altından geçip şehrin içerisine giriyoruz.
Caddeler burada da çok geniş ve birbirini kesen paralel halde tasarlanmış, sol tarafımızda Özgürlük Parkı'nı görüyoruz.
Bornovalı
İngilizce öğretmeni Nurettin Sarıaslan ve bilgisayar hocası Maraşlı
Nevzat Bekâr bizi karşılıyorlar ve Talas'ta ticaretle meşgul olan
Konyalı Hüseyin Gürtaş'ın iş yerine götürüyorlar.
Büyük demir bir kapıdan girip, aracımızı iş yerinin bahçesinde park edip binaya giriyoruz.
İkinci katta Hüseyin Bey'in oldukça büyük bir yazıhanesi var, burada sıcak bir şekilde karşılanıyoruz.
İçerdeki masanın üstüne baktığımızda Hüseyin Bey'in bize ziyafet hazırladığını anlamış oluyoruz.
Elimizi yüzümüzü yıkayıp vazifelerimizi yaptıktan sonra yemeğe oturuyoruz.
Et ağırlıklı bu yemekleri iştahla yerken, masa başı sohbet de olanca hızıyla sürüyor.
Hüseyin
Bey çok önceleri buralara gelmiş ve ticaret yapmaya başlamış, Asım
Muradov isimli Ahıskalı bir ortağı ile ticaret yapıyorlar.
Hüseyin Bey açık sözlü mert bir insan, gurbette bulunmanın etkisi olsa gerek, memleket meselelerine hararetle giriyor.
Erzurum
hayranı olan bu kardeşimize, ziyaretimizin anısına Erzurum resimleriyle
bezeli bakır levhayı hediye ettiğimizde bayağı duygulanıyor.
At eti yediğimizden dolayı ekip arasında birbirinden güzel şakalar yapılıyor.
Öyle
ki yürüyüş şekillerimizin değiştiğini ve bazılarımızın küheylan gibi
yürüdüğüne dair şakalar unutulmaz tebessümler oluşturuyor.
Talas;751 yılında Araplarla Türklerin birlikte Çinlilere karşı yaptığı meşhur
Talas Savaşı'na tanıklık etmiş bir yerleşim birimi.
Bu savaşın
Türklerin İslam'la tanışmalarına ve İslamiyet'in bu bölgelerde süratle
yayılmasına yol açması, Talas'ı bu yüzden önemli kılıyor.
Aracımızla keyifli bir şekilde ilerleyip, Güney Kazakistan'a doğru yol alıyoruz.
Şaknak
Baba, Akbinik, Aksu Kent, Ayşe Bibi gibi köy isimleri pek de hoşumuza
gidiyor, yol kenarlarında mantar satıcılarını görünce, şimdi bizim
Erzurum'da çaşır mantarının tam zamanıdır diyoruz.
Yalnız burada gördüğümüz mantarlar oldukça büyükler.
Bir
köprüden geçerken aracımızın üstünde bulunan klima barikata çarpıyor,
bunu fırsat bilip indiğimizde kendimizi gelincik tarlalarının içerisine
atıp fotoğraf çektiriyoruz.
Sabah sekizde çıkmış olduğumuz Almaata'dan on üç saat sonra yani saat 21.00'de Çimkent'e geliyoruz.
Çimkent'in caddeleri de diğer şehirlerdeki gibi oldukça geniş, plânlı ve bakımlı.
Burada Özbekler biraz ağırlıktaymış, bundan dolayı Özbek Kazak evliliği bir hayli fazlaymış.
Çimkent'te bizi Eşpolat Gülahmetoğlu isimli kökleri Erzurum'a uzanan bir kardeşimiz ağırlıyor.
Gitmiş olduğumuz Aksaray Lokantası otantik şekilde döşenmiş, oldukça gösterişli bir mekân.
Eşpolat Bey, bize geleneksel yemeklerden ikram edeceğini söyleyerek sohbete başlıyor.
Annesi Erzurumlu olan bu Ahıska Türk'ü kardeşimiz, gerçekten çok içten davranıyor.
Biz de kendisine; fırsat olursa annesini görüp, hayır duasını alıp, ona Erzurum kokusu götürmeyi arzuladığımızı belirtiyoruz.
Geçmiş
dönemlerdeki sıkıntılı günlere dönen Eşpolat Bey, babasının Kur'an
okurken ihbar edildiğini ve bu yüzden KGB ajanları tarafından götürülüp
üç gün sonra geri geldiğini bize anlatıyor.
Türkiye'ye olan
sevdalarının hiç bitmediğini heyecanla anlatan Eşpolat Bey, bir tarihte
Türkiye'den gelen dokuz tır şoförünü alıp, on beş gün koç kesip
ağırladıklarını anlattığında, Türkiye'ye olan özlemin boyutunu anlamış
oluyoruz.
Eşpolat Bey 1994 yılında Kazakistan'da açılan Türk
okulları vasıtasıyla buradaki gönül elçileri öğretmenlerle tanışmış,
kendisi şu an değirmen işletiyormuş.
Bizi karşılayanlardan biri de yine gönül elçilerinden Malatyalı Osman Boztaş Hoca'ydı.
İnönü Üniversitesi mezunu olan Osman Hoca, Türkçe öğretmeni olarak burada dershanelerin başında duruyormuş.
Masamıza gelen Özbek çayını "Piyale" denilen porselen kâseyle içiyoruz, gerçekten tadı müthiş.
Yine yemek düzeni alıyoruz, bu sefer Tör Ağası yerine ben oturuyorum.
Andıcan ve Taşkent isimli Özbek pilavlarından yiyip, bize sunulan kımızdan içiyoruz.
İçimizde
en gencimiz olan Burak nedense kımız içmek istemiyor, ama Ersin Bey bu
konuda kararlı olduğundan, ufak bir operasyonla deve sütü diye Burak'a
kımız içirmeyi başarıyor.
Kımızın, bildiğimiz kefirin biraz ekşimiş hali gibi tadı olduğunu söyleyebilirim.
Kımızdan sonra masamıza "Şubat" ismi verilen deve sütü geliyor, içtiğimiz deve sütünün tadı da ekşimiş ayranı andırıyor.
Bu arada Eşrefpaşalı Hasan Ağaner'le de tanışıyoruz.
Eşpolat
Gülahmetoğlu kardeşimizle konuşurken, Erzurum'daki Gülahmet
Caddesi'nden ve "Gülahmet'te dar sokakta evim var" türküsünden bahsedip,bir ilgilerinin olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz.
Çaylarımızı içip Eşpolat kardeşimize Erzurum hatırası hediyelerimizi takdim ettikten sonra, Çimkent'teki otelimize gidiyoruz.
Vakit
geç olmasına rağmen Dr. Rahmi Özkurt ve Celal Arpacık'la birlikte
Çimkent caddelerinde güzel bir yürüyüş yapıp otele dönüyoruz.
Bizim
aracın şoförü Ahıskalı Murat Abdulayev'in ailesini Stalin döneminde
Çimkent'e sürmüşler, uyguladıkları asimilasyon projeleri doğrultusunda
soy isimlerini de Gürcü'ce yazmışlar.
Milliyet'i kısmına Gürcü yazmak istemişlerse de onlar Azerbaycan yazdırmışlar.
Yıllar sonra Murat mahkemeye müracaat ederek davayı kazanmış ve kimliğine Türk kelimesini yazdırmış.
Rusya'da ilk olan bu dava neticesinde Murat soy ismini de değiştirmiş.
Murat'ın
ve ailesinin yaşadıklarını dinledikten sonra, kendi ülkemizde Türk
kelimesinden rahatsızlık duyanların neye hizmet ettiklerini de anlamakta
zorlanmıyoruz.
Kazakistan'da erkek kardeşe enem denilmekte olup,70 yaşında baba olanın çocuğuna yetmiş bay, seksen yaşındakine seksen
bay deniliyormuş.
Bu konuyu bildiğimizden dolayı Ahmet Yesevi'nin türbesinde 70 bay isminde bir ihtiyarla tanıştığımızda durumu anlamamız zor olmamıştı.
Devam Edecek?