''Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. ''
Bu mısralar; edebiyatımızın çınarlarından, yazdığı şiirlerle güzel dilimizi “ağzımızda annemizin sütü” kadar tatlı kılan büyük şair Yahya Kelam Beyatlı’nın “Kaybolan Şehir” adlı muhteşem şiirinden… Aslında kaybolan bir şehir yoktur ama olayların ayrı düşürdüğü, uzak mesafelere attığı şair; ruhundaki hüznün tarif edilmez bir acıya dönüşmesiyle şiire dayanmıştır ve henüz “hayatı şafaklandıran çağa” girmediği bir yaşta, bir sonbahar günü annesini gömdükleri Üsküp onun nazarında artık Kaybolan Şehir’dir. Ancak; gözünden kaybolsa da, gönlünde ölünceye kadar yer edeceğini bu mısralardan rahatlıkla görmekteyiz.
Onun içindir ki; insan, doğduğu, büyüdüğü, köklerinin toprağın derinliklerine nüfuz ettiği şehrinden herhangi bir sebeple uzak olsa da, şehir yine de ondan uzak değildir. “Bir ağacın dalları ne kadar uzarsa uzasın, ne kadar yayılırsa yayılsın, beslendiği yer yine kökleridir.” Senelerin geçişiyle birlikte yüreğinde ona dair biriktirdiği acıların, sevinçlerin, arkadaşlıkların, dostlukların, hüzünlerin, kısacası hatıraların; her an kapısını çalma, kendini yeniden hatırlatma, geçmişin zihinde bıraktığı o eski izden haber verme ihtimali mutlaka vardır. “İnsanın hayatı mazisinde gizlidir.” şeklindeki bize-bana-ait bir düşünceyle özetlediğimiz bu durum, insan olmamızın, aklımızın, mantığımızın söylediklerinin yanında, hissiyatımızın da bir gereğidir. Bu ihtimal; yeri gelip de, dayanılmaz bir hasrete, büyük bir sıla özlemine inkılâb ettiğinde, kişi, o yıllar öncesinde bıraktığını ve belki de geçen zaman içerisinde unuttuğunu sandığı köklerine yönelip, şehriyle ve şehirde kalmış olanlarla yüzleşme cesaretini bulur kendinde…
“Karşılık görmemiş sevgiler üstüne şarkıların söylendiği, bir vakitler güvendiğimiz dağlara karların yağdığı” o şehrin silinip gitmesi mümkün değildir gözlerimizden ve yüreğimizden… Duyduğumuz bir nağme, bir yerden geçerken aniden işittiğimiz bir ses; yıllardır içimize attığımız bu hicranı birden olanca büyüklüğü ve ağırlığıyla yeniden depdeştirir; yollar, sokaklar, caddeler, mahalleler, evler ve buralardan yayılan türküler, şarkılar tekrar dile gelir, bir anda etrafımızı sarar, zihnimize hücum eder ve alıp gideriz başımızı yine o şehre… Ruhumuzu inleten nağmeler eşliğinde, düşeriz o sokaklara, bir bir geçeriz caddeleri, harap olmuş mahalleleri… Belki bir selâm veririz eskilerden kalan birini görürsek… Sonra yürürüz yine ağır ağır… Çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği evin önünde biraz soluklanır ve burada geçirdiğimiz güzel günlerin anısına gözlerimizden iki damla yaş bırakırız.
Bir hüzün sarmalıdır artık şimdi içine düştüğümüz. Öyle birden kurtulmak ne mümkün. Hatıralar çemberi sardıkça sarar dört bir yanımızı… Akıp giden zamanın bıraktığı iz derinleştikçe derinleşir. Şehir ona sitem etse de, o şehrine küsmez ve kendini bir anda Mahallebaşı’nda, Kevelciler’de, Yoncalık’da, Çırçır’da, Tebrizkapı’da ve daha nice semtin nice mekânlarında, daracık sokaklarında, hüzünlü bir gülümseyişle geçmişin acı tatlı hatıralarını terennüm ederken bulur. Hayali bir eski zamana giderek, şu kocaman apartmanın yerindeki iki katlı evi, şu caddenin üzerindeki falancaların otelini ve dükkânını, şu köprünün hemen şurasına düşen ilkokulunu gözler önüne getirir. Komşularımızın ünlemeleri, sokaktaki çocukların bağırış çağırışları arasında bize dokunan bir elin sahibinin sorusuyla tekrar döneriz yaşadığımız ana:
''-Hayrola! Daldın gittin birden!''
Şehir; hâlden, yoldan, suretten ve siretten, estetikten, sanattan, kültürden anlamayanların, bütün bu saydıklarımıza bigâne kalanların elinde her geçen gün biraz daha yağmalanıp tükense de, yerlerine konulan beton ve demirden oluşmuş biçimsiz kütlelerce hızlı bir şekilde işgal edilse de; burası yine o şehirdir ve her nasılsa gizli kalmış, her nasılsa ayakta kalmış köşelerine sinen hatıralar hâlâ ayaktadır ve ortaya çıkmak için kendilerini fark edecek dikkatle bir göz beklemektedirler. Gelenler biraz da onların sesini dinlemek ve geçmişin dünyasında soluk almak için gelirler yine de…
Kimsenin; hele de yıllardır gitmiş olsalar da, yüreğinin bir köşesini her daim şehri için ayırmış olanlara bir şey demeye hakları yoktur. Dışarıda da olsa; şehir için endişelenen, geleceğinin iyileştirilmesi yönünde fikirler serdedip tavsiyelerde (Talimat, emir benzeri sözler ya da hariçten gazel okuyup ahkâm kesmek değil.) bulunanlara yapılan bu tavrı onaylamak mümkün değildir.
Ve bu gidenlerden; gerek şuarâya ve gerekse yazıp çizenlere mensup olanlar, uzak olmanın verdiği daüssıla (Gerçi bazıları bu şehirde yaşıyor olmalarına rağmen bu şehre hasrettirler ya! O da bir başka fasıl!) ile, arada bir de olsa, gönüllerinin efkârını satırlara dökerler. Bunlardan biri de, uzun zamandır İstanbul’da yaşayıp, bir yandan da edebiyat dünyamıza güzel bir dergi vasıtasıyla katkıda bulunan değerli hemşehrimiz Şeref Akbaba’dır. Şeref Bey’in, “Ay Vakti” adıyla çıkardığı derginin son (Şubat-Mart 2011) sayısında (Yıl: 11, Sayı: 125-126), Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi’nin o meşhur gazelinden alınma "Göl Yerinde Elbet Sular Bulunur" başlıklı yazısının uzunca bir bölümünü, ihata ettiği güzellikler sebebiyle buraya alıyorum. Şehre dair düşüncelerini bir de ondan dinleyelim:
“İstasyon caddesinde yürüyorum. Kar yağıyor, yollar buzlu ve hava soğuk. Kendimi sakladığım sokaklar, serçe kuşların bacası ve yuvası yol kenarındaki ağaçlara takılıyor gözlerim. Aşinası olduğum şeyler. Şubat 2011. Erzurum. Hayıflandığım ve sevindiğim şeyler yolun bitiminde. "Kuru Hapan"ı daha bir canlı kılmak, mevcudu muhafazayla üstü¬ne bina inşa etmek yerine, sekiz-on yıl önce ihtiyaca binaen nakletmiş ve dağıtmışlar. Şehirlerin soyut ama gür sesli kül¬tür siteleri ve ticari merkezleridir bu tür yerler.
Belki yüz yılda oluşan bir kültürü, bir günde yok etmede mahiriz. Ve "Selamet Kitabevi". Hoca ve talebelerin buluştuğu ve tanıştığı, fikir alışverişi ve sohbetler yapılan güzide mekân. Arapça ve Osmanlıca eserleri bulabileceğiniz bu küçük kitabevi de yok artık. O da aynı mahaldeydi ve ticarethaneden çok bir hizmet ocağıydı. Şehrin ana caddesindeki kitabevleri şekil değiştirip, cafe ve test kitaplarına yönelirse buraların halini düşünün.
Sonra çeşmeler. Adı ayrı ama suları aynı kaynaktan akıyormuş. Yani gözeler birleştirilmiş. Söylenenden hareketle Cennet'le Zeynel'in bir farkı yokmuş. Olmaması gereken şeyler oluyor. Bunlar hayıflandığım şeyler. Mehmet Zahit Kotku Camii ve Külliyesi. Çay Ocağı Karasu Kütüphanesi'nin biraz daha sohbet versiyonu. Risaleler yazıp dağıtan Bekir Topdağı Hoca yok. Ehli hizmet Arslanı Yağan Hoca Ay Vakti burada okunmalı diyor. Taşhan'ın Oltu taşı ile özdeşleşmesi de sevindirici bir durum. 2011 Kış Olimpiyatlarına gelenlerin uğrak yeri değil sadece, yerli yabancı herkesin ilgi odağı ve şehrin ulusal, uluslar arası tanıtımında ve ticaretinde etkin. Böyle olmalı ve devam etmeli... İstasyon caddesinin bitiminde olanlar, merkez olması hasebiyle göze çarpıyor elbette. Şehrin bütününden değil, burada olandan söz ediyoruz.
Farklı mahfillerde ve gelişen-değişen şartlar muvacehesinde devam ediyor olsa bile, aslına sadık kalarak ya da köklerinden kopmadan bir geleneği sürdürmek mümkün. İhtiyaç duyduğumuz şeyler öylesine değişmiş ki, kimi kayıplarımızın farkında bile değiliz. Yeri doldurulamaz diye telakki edilenin yeri bile yok. Zihin haritamız dahil, mekândan ve zamandan uzaklaştırmış, ya da dibe-köşeye atmışız. Böyle olmamalı, arz- talep düsturuna bırakılmamalı, talep alanları oluşturulmalıdır. İlminden, birikimlerinden istifade edilmelidir ehl-i ilmin. Yazılmadığı için, sözlü kültür mensuplarıyla beraber yok olabiliyor. Hikmet kırıntısı üç-beş hatıra, gönülde kalmış sohbetler... Ders halkalarında anlatılanların haşiyesi, dibacesi, kıssaları anlatılanın dağarcığındadır. Halka kopunca, silsile halinde nakledilerek ve eklemeler yapılarak aktarılanların miadı doluyor. Bir kelime izah edilirken anlatılan hikâyeler, anekdotlar yazılmamışsa bulmanız çok zor. Anlatılan hatıralar da hakeza öyle, yok olup gidiyor. Bu kültürün arşivi talebelerdir, bir sonraki nesle aktaranı da. Medreseli eğitimden mektepli eğitime geçişimizden sonra yaşanan sürece baktığımızda medrese eğitimi alanlar mektepli eğitime katkıda bulunmuşlardır. Ders halkası oluşturabilmişlerse, talep varsa, mekân temin edebilmişlerse derslerine devam etmişlerdir. Geleneğin kendi içinde bir usûlü, bir sistemi var ki o da devam etmiş, ders okutanlar bir yere kadar diyerek talebelerini ileri dersler almaları için farklı hocalara yöneltmişler, kendi bilgi ve birikimleri ne ise onu da öğretme gayretinde olmuşlardır.
(…) Değer bilip ilminden istifade edenleri takdir etmek lazım. Allah rahmet eylesin. Ders halkaları önceden birçok yerde vardı. Şimdilerde teklemeye başlamış. Dışarıdan takviye ders mekânları azalmış ve değişmiş. Mektepli müdavimler, dışarıda bu mekânları oluşturabilir ve geleneği devam ettirebilirler. Modern eğitim birebir, yüz yüze eğitimi benimsiyor ve teşvik ediyor. Kökleri olan bir gelenek neden sürmesin. Çok eskiye gitmeden, bir dönem bu hizmette bulunanlardan tespit edebil¬diklerimiz. Vefat edenlere Allah'tan rahmet, yaşayanlara sağlık ve afiyet dileyerek...
(…) Bir gelenek kolay oluşmuyor ve olu¬şan sürece kendi bağlamında kültür deniyor. Müdavimleri olmalı ve gelenekten kopmamalı diye temenni ediyoruz. Erzurum'a dair yazılacak çok şey var.
Rahmetli Erdem Bayazıt'a Palandöken eteklerinde bu ve benzeri güzelliklerden bahsedince şöyle demişti: "Erzurum için az bile... Palandöken'e sırtını yaslayan şehir..."
"Ne buzlu yollarda matem/ Ne de gözyaşları serçe kuşların / Ak kiprikli ağaçlar/ Meleyen cennet çeşmeleri / Beyaza dadanmıştı bacaları evlerin"
Beyaz yakışıyor Erzurum'a. İstasyon caddesindeyim. Kar yağıyor.”