Kanaat medeniyetinin insanları...
Öğüt vermek
kolay iş gibi gelir insana… Onun için de, yerli yersiz, haklı haksız, durmadan
öğüt veririz çevremize… Gerçekte çok iyi bir davranıştır da… Yalnız bir ayrıntı
var ki; o da verdiğimiz öğüde ne kadar riayet ettiğimiz, öğüt verirken ne kadar
samimi olduğumuz… Verdiğimiz öğüdün ne kadar gereğini yaptığımız… Karşımızdakine
söylediğimizin biraz olsun gereğini yapmak bile; öğüdü verirken, daha tesirli
olacağı düşüncesini doğurmaz mı zihnimizde… Zira öyledir de… Sigara içenin, sigara içmeyin, zararlıdır “”demesiyle; hayatında sigara içmemiş veya sigara içipte zararlarını gördükten
sonra bırakmış birisinin bu konuda söyleyeceği sözün tesiri aynı mıdır? Sözün
özü; her ne yapıyorsak samimiyetle yapmamızda düğümlenmektedir.
Kanaat en büyük zenginliktir; deriz
hep… Bu deyimin oluşması; inancımıza, kültürümüze ve tecrübeyle edinilen
bilgiye bağlıdır. Ve bu sözde anlatılmak istenenden hareketle, bir kanaat
medeniyeti oluşturmuşuz millet olarak… Dünya yüzünde; sanatta ve mimari de ve
buna bağlı olarak şehirleşmede, medeniyetler oluşturan milletler var. Biz de bu
çeşit medeniyetler oluşturmuşuz. Ancak bunun yanında; insanı ve ruh dünyasını
merkeze alan; başka medeniyetler de oluşturmuşuz. Belki bunlar isim olarak o
kadar yaygın değil ama; merhametimizden mülhem bir “gözyaşı medeniyeti”; yoksulu, eli darda olanı gözeten bir “kanaat medeniyeti” de bunlardan
bazıları… Ayağımızın bastığı yerlerde hâlâ adımızın merhametle, insana
duyduğumuz şefkatle anılmasına yol açan yönlerimiz bunlar… Bunlardan uzaklaştıkça;kendimizden ve insanlığımızdan uzaklaşıyor ve gittikçe; hem başkalarının ve hem
de kendi gözümüzde küçülüyoruz.
Geçenlerde bir arkadaşımın anlattığı
ve gerçekten bizi çok iyi tarif eden -geçmişte olduğu gibi, bu gün de-, etmesi
gereken bir örnekle devam edelim cümlelerimize…. Diyor ki arkadaşım; “Mısır’dayız ve birkaç Mısırlıyla bir aradayız.
Söz döndü dolaştı ve milletleri tanımlayan kelimelere geldi. Mısırlılara
sordum; ‘Türk’ deyince aklınıza hangi kelime gelir. Hepsi ittifakla; ‘Merhamet” kelimesini telaffuz ettiler. Bir
başka millete mensup kişilerce böylesine güzel bir kelimeyle hatırlanmak ne hoştu.
Hakikaten gururlandım.…”
Bugün bile dünyanın dört bir yanına gücümüzün fevkinde yardımlar götürmeye çalışıyor olmamız bunun en güzel delili değil mi?
Ne yazık ki şunu da hemen belirtelim ki; böylesine büyük medeniyetin çocuklarının, günümüzde gerek birbirlerine ve gerekse; ataların bıraktığı kültürel mirasa ettiklerine dair, bazen gazetelerde yayımlanan haberleri okudukça; üzülmemek ve kendi kendine şu soruyu sormamak mümkün değil: “Bu kadar kısa zamanda nasıl bu hale geldik?” Mal edinmek uğruna, her türlü yolsuzluk ve hırsızlık, adeta mübah hale geldi, adeta övülür oldu.
Nasıl oldu da; “kanaat medeniyetinin insanları”, menfaatleri söz konusu olunca bu kadar kabalaşabiliyor ve bu kadar kendinden geçiyorlar bugün... Hem de; bir ekmek, bir su kuyruğundaki en küçük menfaat bile; ramazan günü onu kavgadan alıkoyamıyor. Halbuki; Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ifadesiyle, "Türk mazisi, o devirlerin idrakine göre şefkatin, merhametin yüzlerce abidesini vücuda getirmiştir."
Tabii ki kanaatkâr olmak; para
kazanmamak, mal mülk edinmemek anlamı taşımamalı… Ancak; kazandığından, imkân
elverdiğince başkalarına da verebilme cömertliğini ve alicenaplığını
gösterebilmeli… Yani; ne kadar zengin olursa olsun, gözü doymadıkça o kişiye
zengin denemez ve insanın gözünü de bir avuç toprak doyurur ancak…
Aslında gerçek zenginlik, tıpkı şu
kıssa da anlatıldığı gibidir:
Başlangıçta Türkistan taraflarında bir bölgenin hükümdarı yani dünya sultanı iken, vâkî olan bazı ikazlarla hükümdarlığını bırakıp maneviyat sultanı olmaya azmeden, bunu da gerçekten başaran İbrahim Ethem (VIII. y.yıl); dünya malına karşı o kadar tenezzülsüzdü ki, kimseden bir şey istemez ve beklemezdi. Nefsini yokluğa ve mahrumiyete o derece alıştırmıştı ki, devrinde bir benzerine rastlanamazdı. Amaç edindiği ve ulaşmayı başardığı yokluk ve mahrumiyeti o derece aşikâr, o derece göze batıcı idi ki, görenlerde kendisine yardım hissi uyandırıyordu.
İşte bunun için
de; varlıklı bir kişi İbrahim Ethem'e yardım etmek istedi. İbrahim Ethem: -
Yardımını gerçekten zenginsen kabul ederim, dedi. Adam gerçekten zengin
olduğunu, bir şeye ihtiyacı bulunmadığını söyledi. Büyük veli sordu: “- Ne
kadar paran var? “ “- Üç bin altınım var. “ “- Dört bin olmasını istemez misin?
“ “- Elbette isterim.” “- Beş bin
olmasını?” “- İsterim.” “- On bin altının olsa çok sevinirsin değil mi?”“-Şüphesiz çok memnun olurum.”
İbrahim Ethem’in verdiği cevap,kanaatin en büyük zenginlik olduğunu ispatlar niteliktedir:
“- Zengin
olduğunu söylüyorsun ama, sen gerçekte züğürdün birisin. Sen; on bin değil yüz
bin altının olsa yine kanaat etmez, fazlasını istersin. Kanaati olmayan insan
zengin sayılmaz. Gerçekten zengin olsaydın yardımını kabul edecektim.”
Yeniden kanaat medeniyetinin
insanları gibi yaşamak günümüzde belki zor, ama bunun için, az da olsa gayret
etmek de az şey olmasa gerek…