Otel oldukça kalabalık, odalarımıza yerleşip yemeğimizi yedikten sonra, otelin önündeki rişkaya binip kısa bir tur atıyoruz.
Aracı
süren Ali isminde Müslüman bir Hintli olduğundan kolayca anlaşıyor,
otelimizin yanında bir caminin varlığını da Ali’den öğrenmiş oluyoruz.
Otelin
bahçesindeki düğün bizim ve diğer turistlerin ilgisini çektiğinden, bir
Hint düğününü uzaktan da olsa izleme şansını yakalıyoruz.
Sabahın erken saatlerinde yola çıkıyoruz, hedefimiz Agra Kalesi.
Kırmızı kum taşından yapılmış bu kaleye “Kızıl Kale” ismi de veriliyor.
Kale
Ekber Şah tarafından yapılmış, 2,5 km uzunluğundaki surlarla çevrili,
surların yüksekliği 20 metre olup, surların altında içi su dolu bir
hendek bulunmaktadır.
Zamanında bu hendeğin içerisine timsahlar bırakılarak güvenlik sağlanıyormuş.
Ekber Şah tarafından yapılan bu saraya Şah Cihan tarafından mermerden eklemeler yapılmış.
Oğlu
tarafından bu kaleye hapsedilen Şah Cihan, son sekiz yılını bu kalede
geçirmiş, zamanında yaptırdığı mussaman burçtan Taç Mahal’i seyredermiş.
Yemeden içmeden kesilen Şah Cihan’ın, bir rivayete göre dine sarıldığı, devamlı Kur-an okuduğu da anlatılmaktadır.
Son
zamanlarında kızının getirdiği ayna ile Taç Mahal’i seyreden Şah Cihan,öyle bir an gelmiş ki başını çevirecek mecali kalmamış.
İngilizler tarafından kullanılan bu kalede bir İngiliz komutanının mezarının bulunması da oldukça tuhafımıza gitti.
Kalede
aynalı bir Türk Hamamı ile Şah Cihangir’in fevkalâde güzel sarayı
bulunuyor, nevruz kutlamaların yapıldığı bu sarayda Cihangir’in Hindu
eşi için yaptığı bir tapınakta bulunuyor.
Şah Cihan’ın büyük aşk
yaşadığı eşi Mümtaz Mahal’i gördüğü Mina Çarşısı da kalenin içerisinde
bulunuyor, ayrıca Şah Cihan’ın esaret yaşadığı dönemde devam ettiği Mina
Mescidi’ni kilitli olduğu için gezemiyoruz.
Agra’da taş işçiliği ile meşhur Kohınoor Ailesi’nin hem müze hem de mağaza olarak kullandıkları binaya gidiyoruz.
Giriş
kısmında birbirinden güzel halılar sanki bir ressamın elinden geçmiş
tablolar gibi duruyorlar, gördüklerimiz hepimizde büyük bir hayranlık
uyandırıyor.
Bu eserlerin satılık olmadığını söyleyen aile fertleri ve yetkilileri bizi müzeye alıyorlar.
Işıkların sönmesiyle birlikte dünyada eşine az rastlanır halı ve taş işçiliği ile mest oluyoruz.
Uzaktan
kumanda ile açılan her perdenin arkasında Şemsettin’in “Bu kadarı da
olur mu?” dedirten muhteşem eserleri bir bir sergileniyor.
Hazreti İsa’nın çobanlığını ifade eden tablo, iki horozun dövüşü, çiçek demeti, üç boyutlu tablolar hepimizi büyülüyor.
Bu
eserlerin mimarı halı ustası Şemsettin’in, bu eşsiz eserlerin her
birini aşağı yukarı 8-10 senelik bir zaman diliminde yapmış olması,
eserlerin üzerinde binlerce kıymetli taşın kullanılmış olması
anlatılacak gibi değil.
1917-1999 yılları arasında yaşayan şems eserlerine öğle göz nuru dökmüş ki son zamanlarda görme yeteneğini bile kaybetmiş.
Mümtaz Hatun ailesinden gelen paha biçilmez kaftan ise saltanatın ve zenginliğin doruk noktasını gösteriyor.
Bu harika kaftan da 150 yıldır bu ailenin elindeymiş.
Binanın mağaza bölümünde birbirinden güzel mücevherat teşhir edilip satılıyor.
Bu arada aile yine paha biçilmez antika bir zümrüt gerdanlığı kafilemize gösterip, fotoğrafını çekmemize izin veriyor.
Mağazadan çıkarken firma yetkilileri bize müze ile ilgili kartpostallar hediye ediyor, vedalaşıp ayrılıyoruz.
Nüfus
içerisinde belli bir ağırlığa sahip Sihler, ölülerini yakıp ineğe saygı
duymalarına rağmen, İslami usullerle kesilmiş et yiyebiliyorlar.
İçlerinde
tıraş olanlar bulunduğu gibi tıraş olmayanlarda var, saçlarını
kesmeyenler topladıkları saçlarını başlarına taktıkları bir türban
içerisine alıyorlar, selamlarını diğerlerinden farklı olarak “Sad
sriakal” diyerek veriyorlar, yedi yaşına geldiklerinde leğen içine
oturtularak su ile vaftiz edilip, kendisine öğretilerde bulunulan
Sihlerin, kama ve kılıç taşıma gelenekleri de bulunuyor.
İslam ile Hinduizm karışımı olan Sihizm tek tanrı inancını taşıyor.
Sihler yardımlaşmayı seven oldukça gururlu kimseler, Hindistan’da kaldığımız sürece bu farkı bizlerde gözlemlemiş olduk.
Üstatlarının önünden başka hiçbir yerde eğilmiyorlar ve kutsal kitapları bulunuyor, kast sistemini kabul etmiyorlar.
Hindistan’da
trafik soldan işliyor, direksiyonlar sağ tarafta bulunuyor, trafik
akışı içerisinde her an araçlarla burun buruna gelecekmiş gibi
tedirginiz.
Motosikletin çok bulunduğu caddelerde bayan motosiklet sürücüsü de az değil.
Tapınakların tepesinde flamalar bulunuyor.
Seyyarlarda
elma, muz, nar ve tropikal meyveler satılıyor, küçük dolmalık bibere
benzeyen bir meyve ilgimizi çekiyor, tadımlık aldığımız da bunun badem
olduğunu anlıyoruz.
Bu kadar sefaletin ve sınıf farkının olduğu Hindistan’da ciddi bir komünizm hareketinin olmamasını aramızda konuşuyoruz.
Hindistan festivallerin en fazla yaşandığı ülke olsa gerek, hemen her gün bir festivale rastlayabiliyorsunuz.
Saçlarını
sarı veya kırmızıya boyamış insanların üstü üst üste bindiği çiçeklerle
bezenmiş ve aslan vs. gibi heykellerin bulunduğu kamyon veya pikapların
korna çalarak yol almaları görülmeğe değer sahneler oluşturuyor.
Kamyonların önünde davullar eşliğinde dans eden insanların coşkusu ise festivalin heyecanına heyecan katıyor.
Ekber
Şah okuma yazma bilmediğinden olsa gerek, bu eksikliğini Şah Cihangir
yaşamasın diye ona güzel bir eğitim verdirmiş, Şah Cihangir’in bu
eğitimden dolayı altı lisan bildiği belirtilmektedir.
Ekber
Şah’ın uzun yıllar çocuğu olmamış, bunun üzerine Âlim Selim Cisti
hazretlerine başvurur, hazret kendisine yakın zamanda bir oğlu olacağı
müjdesini verir.
İlerleyen zamanda Ekber Şah’ın bir oğlu olur, o da bunun için “Hayalet Şehir” denilen şehri inşa eder ve buraya taşınır.
12 yıl yapımı süren “Fatehbur Sikri” denilen bu şehir, susuzluk yüzünden daha sonraları terk edilmiş.
Agra’da
bulunan bu şehir görülmeğe değer taş işçiliği sunuyor, içerisinde
divan-ı aam ile divanı has odaları mevcut, çok güzel bir bahçe
düzenlemesi var, ismi ile müsemma olan bu şehir gerçekten oldukça sessiz
ve sükûn bir ortam sunuyor.
Üç dini bir araya getirmeye çalışan
Ekber Şah, bu düşüncesini hayata geçirememiş, Ekber Şah’ın üç eşi
bulunuyormuş, bunlar kapılarının ayrı olduğu saraylarda kalıyorlarmış
En
büyük saray Hindu eşininmiş, Hıristiyan olan eşinin sarayında haç
resimleri, Müslüman eşi Begüm Sultan’ın sarayı ise çiçek motifleri ile
bezeli.
Agra’dan çıkarken Yamuna Nehri üzerindeki uzun bir köprüden geçiyoruz.
Nehrin kenarları çöp yığınları ve mandalarla dolu, mandalardan bir kısmı nehir içerisinde gayet güzel yüzüyorlar.