Yolumuzun yaklaşık altı saat süreceğini yerli rehberimizden öğreniyoruz.
Cadde
ve sokaklardaki çöp yığınlarını görünce, sanki tüm dünyanın
belediyeleri çöplerini alıp getirmişler, buranın cadde ve sokaklarına
serpiştirmişler gibi bir izlenim var.
Yerde yatan Hint fakirleri,dilenenler, duvar diplerine idrarını yapanlar, rişkalar, çöpler
içerisinde aldırmadan yaşayan insanlar, yersiz yurtsuz fukaralar
arasından geçerken yine tuhaf duygular içerisine girip, bu kadarı da
olmaz diye birbirimize manzaradan örnekler gösteriyoruz.
Agra
yolu tarım arazileriyle dolu, Agra; mermeriyle meşhur olduğundan taş
işleme sanatı burada oldukça yaygınmış, bu özelliğinden dolayı yol
üstünde bol miktarda mermerci görüyoruz.
Yerli rehberimiz bir
Sih, çok güzel İngilizce konuşuyor, zaten Hindistan’da İngilizce
bilmemek çok yadırganıyor, İngiliz emperyalizmi o kadar tesir etmiş ki
bir Hintli kendi lisanından önce İngilizceye önem veriyor.
Bir müddet yol aldıktan sonra bir mola yerine geliyoruz.
Yiyebilecek
bir şeylerin olduğunu tahmin ettiğimiz bu lokanta, gurubumuzun
ihtiyacını karşılamayınca bir domates çorbasıyla yetinip yola devam
ediyoruz.
Yol boyunca rehberimiz Müge Hanım Hindistan’daki Türk –İslam Devletleri’nin varlıklarından ve onların bırakmış oldukları
eserlerden bahsederek bilgilerimizi tazeliyor.
Bilindiği üzere
Hindistan’da ilk Türk Sultanlığı Ayberg tarafından kurulmuş olup, Türk
töresine ve geleneklerine oldukça düşkün olan Ayberg, 1206-1210
Hindistan’da Kutup Minare gibi önemli eserler bırakarak Hindistan’a
damgasını vurmuş.
Tarihi gerçekler MÖ. 1000’li yıllarda Saka, Turuşka ve Hüna adlı Türk kavimlerinin bu coğrafyada olduğunu söylemektedir.
Timur’un
torunlarından Zahireddin Muhammed Babür’ün kurmuş olduğu Türk – İslam
İmparatorluğu (Babür İmparatorluğu) çok uzun dönem Hindistan’da
varlığını sürdürerek, bu coğrafyada ölümsüz eserler bırakmışlardır.
Gezimiz
boyunca gördüğümüz göz kamaştırıcı eserlerin çok büyük bir kısmı Türk –İslam İmparatorluğu’nun tarihi mirası olarak göğsümüzü kabartıyor.
Özellikle
Ekber Şah’ın döneminde ciddi hamleler atılmış olsa da oğlu Cihangir
tarafından başarılı bir dönem yaşanmamış, İngilizlerin Hindistan
ticaretine el atmaları da bu dönemde olmuş, özetle ileride Hindistan’ı
ele geçirecek olan İngilizlerin ilk hamleleri bu dönemde başlamış.
Cihangir’den
sonra başa geçen oğlu Şah Cihan (1628-1658) ise, eşi Mümtaz Mahal adına
yaptırdığı ünlü Taç Mahal’le eşine olan aşkını ölümsüzleştirdiği gibi,
dünyanın yedi harikasından birini de insanlığa sunmuştur.
Program değişikliği dolayısıyla ilk işimiz hava kararmadan Agra’ya varıp Taç Mahal’i görmek oluyor.
Aracımızı park yerine bıraktıktan sonra bir süre yürüyoruz, rengârenk faytonlar ortama hoş bir hava veriyor.
Ziyaretçiler
akülü arabalar veya rişkalarla Taç Mahal’in kapısına götürülüyorlar,
bizde bu araçlardan birine binerek Taç Mahal’in kemerli giriş kapısına
geliyoruz.
Dünyanın en çok ziyaret edilen tarihi yapılarından biri olan Taç Mahal’in girişi yerli ve yabancı ziyaretçilerle mahşer gibi...
Giriş kapısından geçip biraz ilerleyence muhteşem yapı tüm azametiyle karşımıza çıkıyor.
Ortasında havuz bulunan uzunca yoldan geçip, Taç Mahal’e yaklaşıyoruz.
Ayağımıza
verilen çöpten yeni çıktığı hemen anlaşılan sözde galoşları giyip,
mermer merdivenlerden çıkıp eserin yanına geldiğimiz de hayranlığımız
bir kat daha artıyor.
Kalabalık arasından fırsat bulup içeriye girdiğimiz de izdihamdan fazla bir şey görmek mümkün olmuyor.
Şah Cihan ve Mümtaz Hatun’un mezarlarının bulunduğu yerde fotoğraf çektirmeye izin verilmiyor.
Dünyaya
ölümsüz aşklarını duyuran bu iki sevdalının mezarlarını gördükten
sonra, uzun bir bekleyişin ardından kapıdan çıkabiliyoruz.
Taç
Mahal’in arkasında Ganj’ın bir kolu olan Yamuna Nehri geçiyor, manzara
doyumsuz, hava kararmak üzere, biraz daha görüntü almak ve eşsiz eseri
doya doya seyretmek için her dakikayı değerlendirmek istiyoruz.
Yapımında
20 bin işçinin çalıştığı, 1630 yılında başlanan ve 1652 yılında
tamamlanan bu eşsiz eserin İstanbul’dan getirilen Türk mimarları Mehmet
İsa Efendi ile Mehmet İsmail tarafından yapılması ve yine Hattat İsmail
Efendi tarafından dört tarafı Yasin süresi ile anlamlandırılması, hattat
Serdar Efendi’nin yazılarını yazmış olması, bizim için ayrı bir gurur
kaynağı oluyor.
Taç Mahal’in yapımında beyaz mermer kullanılmış,
beyaz mermerden dört minarenin bulunduğu eserin 82 metre yüksekliğindeki
aynı mermerden yapılmış kubbesi ve kubbenin üstündeki altından yapılmış
alem mükemmel bir görüntü veriyor.
Gönlü aşk ile yananlara esin
kaynağı olan Taç Mahal’in yapımında sedef, zümrüt, yakut, pırlanta,
inci, firuze ve akik gibi taşların kullanıldığını da ziyaretimiz
sırasında öğreniyoruz.
Anlatılan hikâyeye göre Şah Cihan Mina
Pazarı’nda tebdili kıyafette gezerken Mümtaz Mahali görmüş ve ona
yıldırım aşkı ile vurulmuş.
Şah Cihanla on dokuz yıl evli kalan Mümtaz Mahal’in diğer adı da Ercümend Banu imiş.
Hayırsever bir kişiliği olan Mümtaz Mahal, toplu nikâhlar yaptırarak gençlere yardım eder, fakir fukaraya kol kanat gerermiş.
Evliliğinden
on dört çocuğu olan Mümtaz Hatun son çocuğunun doğumunda vefat etmiş,
ölmeden önce çok sevdiği Şah Cihan’a “Bana öyle bir eser yaptır ki bütün
dünya aşkımızı konuşsun” diye vasiyet etmiş, Şah Cihan’da bu aşkı Taç
Mahal’le ölümsüz kılmış ve aşklarını bütün dünyaya duyurmuş.
Taç Mahal’in sol tarafında bir mescit bulunuyor, akşam ezanının yeni okunduğu içeride namaz kılan bir kişiden anlaşılıyor.
İsminin Sadık olduğunu öğrendiğim kişi Hintli Müslümanlardan olup, bu mescidin fahri imamlığını yapıyormuş.
Bu arada İmam Sadık’tan, Hindistan’da Kurban Bayramı’nın bizden iki gün sonra olduğunu da öğrenmiş oluyorum.
“Eğer
abdestli değilseniz, burada ki havuzdan başka abdest alınacak yer yok,
mescitte halı bulunmuyor, sadece bir saflık uzunca bir örtü bulunuyor.”
Bu
şartlar altında abdest aldıktan sonra Taç Mahal’deki mescitte akşam
namazını kılıp, Taç Mahal’de namaz kılmanın ayrıcalığını yaşamış
oluyorum.
Biraz sonra altı kişilik bir Müslüman grubun cemaatle kıldıkları namazı görünce, bu mescidin boş kalmadığını anlıyorum.
Havanın kararmasıyla birlikte gökyüzünde beliren mehtabın altında Taç Mahal daha bir güzel görünüyor.
Bu
göz kamaştıran şaheseri akşam karanlığında bırakıp, bizi aracımıza
götürecek rişkalara binip park yerindeki aracımıza ulaşıyoruz.
Hindistan’a özgü manzaraları seyredip Agra’daki otelimize geliyoruz.