Kentlerin alabildiğine büyüme isteği ile kültürünü yaşatma isteği bazen çelişir. Hatta bir kentin ahalisi için sosyal ve ekonomik büyüme, bakarsınız çöküşünü de başlatır.
Kente yerleşen insanlar zamanla kırsal geçmişleri ile bağlarını koparırlar. Birkaç kuşağa kalmaz, aileden köyün yolunu bilen kalmaz. Bir efsanedir artık dedelerinin hangi köyden geldiği...
Sonrası için yapılan hesaplar, kentte iyi bir işe girmek veya iş kurmak; çocukları "okutmak" tır. Zaten kentte her ikisi için de fırsatlar vardır! Onun için göç edilmiştir.
Eğer ebeveynler bu ilk hedeflerine ulaşırlarsa, varılan zirve, aynı zamanda inişin de başlangıcıdır.
Çocuklar, aldıkları eğitimle, artık daha büyük kentlerde, metropollerde tutunabilecek duruma gelirler. Kariyer yolculuğu, farklı kentlerde, farklı görevlerde, farklı işlerde çalışmalarını, yaşamalarını sağlar. Eee biraz da yaşam kalitesi sunar, ebeveynlerinin yaşadığı, kendilerinin büyüdüğü kentlere göre.
Ebeveynler de kentlerde kurdukları işte artık 30 yılı devirmişlerdir. Veya emekli olmuşlardır.
Onlar için, çocukların, doğdukları, büyüdükleri kente geri dönmelerini beklemek nafiledir. Kurulan ticarethane zamanla demode olur. Emeklilik artık sadece başka emeklilerle paylaşılan, bir zaman parçasıdır. İkisinde de çocukların gözü yoktur.
Üçüncü aşamaya geçilir: Göç eden aileler artık o kent kültürünün saçılmış cam parçalarıdır ülke sathına. Ne köylü ne de kentli olmayan, üçüncü bir kuşak, artık metropollerde tutunmaya çalışır.
Dedelerinin köyden kente geldikleri gibi bir şaşkınlık geçirirler. Ama iş kurmak da işe girmek de zordur metropollerde. Şaşkınlık öyle birkaç yılda atlatılmaz. Bazen on yılları bulur...
Babaları gibi "okumak" da zordur; ucundan bir meslek edinmek, askere gidip, dönüldüğünde bir işe girmek de... zordur...
Dördüncü kuşak, metropolde doğduğunda, büyümeye başladığında ne olacak acaba?
Max Weber'e göre, bireyin, toplumdaki sosyal katmanlardan birine dahil olma ihtiyacı o kadar derindir ki. Eğer birey, bunu yapmakta zorlanır ise, kendisi gibi zorlananlarla birlikte yeni ve yapay bir katman kurar. "İşte yabancılaşmanın daniskası" denilebilecek bu durum, her kuşakta ve her sosyal katmanda, onsuz olmaz bir unsuru da beraberinde getirir: Mekân...
Mekân, bir zaman diliminde yaşamış toplumun, ayrıştığı sosyal katmanlara göre kendisi için belirlediği yerlerdir. Semtleri ve mahalleleri de tanımlayabilir: Varoş ta olabilir, elit de olabilir!...
Ama aynı semtte veya mahallede bu ikisi yan yana da olabilir. Daha çok birbirlerine benzeyenler, o semtlerin veya mahallelerin sokaklarında buluşur, mekânları ilan ederler.
Dedelerin dükkanının, evinin olduğu sokak, babaların büyüdüğü sokak, ilk defa bisiklete bindikleri sokak... O zaman diliminde yaşamış insanların, "yaşadıklarına dair" izler bıraktıkları mekân... Kendisine özgü sokağı olmayan, sosyal katman yoktur!
Ya metropolde bu sokak?
Klasik sosyal katmanların mekânı olan sokaklar, yabancılaşmış ve bu noktada bir araya gelebilen, ortak noktayı yakalamış metropol kuşakları için de gerekli bir "mekân"dır.
Hiçbir güç, bunu önleyemez. Önleyebilseydi, ABD'de Harlem olmazdı? Metrolar, gökdelenler, alt geçitler, on şeritli yollar... ve Harlem. Harlem bir sokak! Yabancılaşmışların ortaya şıkardığı, yapay bir sosyal tabakanın sokağı.
Metropollerde yaşamak zorunda olan dördüncü ve sonrası kuşakları, yabancılaşmaktan kurtaramazsanız; sosyal katmanlardan birisine girmesini kolaylaştıracak istihdam ve eğitim kanalları yaratamazsanız, bu yapay sosyal katman, en büyük sosyal katmana dönüşür, yavaş ve sinsice....
Sonra ne olur? Tarihte defalarca olmuş sonuçlar "bir daha" olur!
Buraya kadar olan kısmı sabırla okuduysanız, büyük ihtimal kırk yaşı aşmış bir okurumsunuz. İşte burada şu tespiti beraber yapabilecek kadar hatıramız var demektir:
Yabancılaşarak yeni ve yapay bir toplumsal katmana dahil olan kuşaklar, dedelerinin, babalarının hayata dair "değer" lerinin benzerini, kendi dönemlerinde kurabilmek için her yolu denerler.
Tabi bu büyük kentlerin araçları ile olur. Bazen bir siyasi parti, bazen bir tarikat ve bazen de bir illegal örgüt? Yeter ki çok şey vaat etsin: kendisini "yabancılaşmaktan" kurtarsın. Bir yere ait olduğunu hissettirsin. Sokakları ya da sokaklar kadar kıymetli mekânları versin.
Gezi Parkı'nda bu var; Taksim Meydanı'nda bu var. Hatta Güneydoğu'da bu var? Dördüncü kuşak var, yabancılaşmış ve kendisine benzer, yabancılaşan gençlerle yeni bir sosyal katman oluşturmuş, dördüncü kuşak var.
Bu durum, yepyeni bir kent yönetim anlayışını gerekli kılıyor. Tüm dikkatini ülke genelinde, makro düzeyde politikalar ortaya koymaya ve uygulamaya veren siyasi iktidarın yükünü, yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının almasını gerektiriyor.
Eğer, kasabalar, ilçeler, kentler "yabancılaşma" konusunda tedbir almazlarsa, istihdam ve eğitim yoluyla, yeni kuşakların, sosyal katmanlara dahil olmasını kolaylaştıracak hizmetler üretmezlerse, genç kuşaklar "koşa koşa" metropollere varır ve kendileri gibi yabancılaşanlarla birlikte yeni ve yapay bir sosyal katman oluşturmaya devam ederler! Devam ettikçe de "sokaklarını" ararlar. Sokak, bir yere ait olmanın, bir sosyal tabakaya, bir kültüre, bir "değer" e ait olmanın kanıtıdır aynı zamanda.
Kentsel dönüşüm, işte bu noktada, bir defa daha gözden geçirilmelidir. Yeni kuşaklara, istihdam veya eğitimle girebileceği sosyal katmanlara mahsus, özgün nitelikli "sokak" veremeyen kentsel dönüşüm modelleri, toplumsal dönüşüme hizmet etmez.
Koyarsınız kentsel dönüşümle ortaya çıkardığınız sokağın başına oyun parkını; bir çocuk kaç yaşına kadar sallanabilir ki salıncakta? Hadi olsun 17. Ya sonra?
Haydi doğru Gezi Parkı'na...