Geçmişi bileceğiz ki...

Erzurumlu şair demiş ki, "Erzurum, vatandan alacaklı şehirdir." Kendi dönemi içinde elbette anlamlı bir sözdü.

Fakat...

Doğrusu bu edebi lafın arkasına takılıp gidenlerden hiç olmadım. Lakin Erzurum'un da Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki rolünü hep idrak ettim ve o engin idrakin mütevazı ikliminde vakur olmayı tercih ettim. Ne var ki...

Alacak-verecek hesabına girmeyi hiç istemedim...çünkü kompleksim yoktu; çünkü Erzurum'un yerini de yaptığı hizmetleri de zaten biliyordum. Ve inanıyordum ki gün gelecek Erzurum, yılların ihmalini bir kalemde telâfi edecekti...

O gün bugün müdür bilmiyorum, ama Erzurum'un kabuğunu kırmak üzere olduğunu görüyorum.

Farkındayım;bugünlerde hep tarihten, geçmişten bahsediyorum. Bu sistematik bir uygulama değil. Neylersiniz ki, ne tarihten ne de hatıralardan kopamıyoruz bir türlü...

Çünkü dünü bilmeden yarını yaşayamıyoruz...

İstiyoruz ki genç kuşaklar da öğrensin Erzurum'un hangi badirelerden geçip bugünlere geldiğini...

Altında özgürce yaşadığımız bir bayrağımız varsa eğer, bilinsin ki atalarımız bunun için canlarıyla, kanlarıyla bir bedel ödemişler...

Yani bu vatan piyangodan çıkmadı.

Bedeli; can'la, kan'la ödenmiştir, hem de misliyle...

BDP'liler bugün öyle şeyler söylüyor ki, bereket canlarını namlunun ucuna süren o Erzurumlular hayatta değiller. Biz torunları ise... Ne siz sorun, ne de biz söyleyelim...

Siyaset uğruna geldiğimiz nokta ortada işte...

Oysa o yıllarda bu coğrafya üstünde yaşayan herkesin ortak paydasıydı, vatanıydı...

Şimdi köprülerin altından o kadar çok su aktı ki, vatandan alacaklı o şehir Erzurum, olup bitenleri anlamakta güçlük çekiyor.

Soruyor kendi kendine:

"Bu ülke nereye diyor?"

En iyisi mi biz yine tarihe bir göz atalım, belki böylelikle bir teselli buluruz...

"Yaz çocuk" demişti. "Yeni kuracağımız devletin şekli idaresi Cumhuriyet olacaktır."

Ve O da, kara kaplı defterinin artık son boş sayfalarından birine aynen böyle yazmıştı:

"... şekli idare Cumhuriyet olacaktır"

Henüz Erzurum'daydılar...

Daha aydınlık yarınların şafağı sökmemişti bile...

Bir yanda yürekleri kasıp kavuran bir bıkkınlık ve umutsuzluk; öbür yanda da "tam bir avuç inanmış adam" vardı.

Kararlıydılar...

Cesurdular...

Ellerinde namlunun ucuna sürdükleri canlarından başka bir şey yoktu...

Emperyalizm sadece şehirleri değil, vicdanları da kuşatmıştı.

Teslim olmayı "ehven-i şer" sayanlarla, ölümüne çarpışmayı tercih edenler arasında bir savaştı bu aynı zamanda...

Bulutlar haber veriyordu:

Mazlum halkın kurtuluş kıvılcımları çakmak üzereydi.

Dağlar yol vermese de kervan yola çıkmıştı bir kere...

İmanları, engelleri yıkıyordu tek tek...

Çünkü inanıyorlardı:

Bir gün Anadolu'da yeniden istiklâl güneşi parlayacaktı ve yürekleri saran zifiri karanlığın yerini, yıldızlar gibi parlayan yarınlar alacaktı...

Biliyorlardı ki bu halk, tıpkı Kafdağı'nın arkasındaki Anka kuşu gibi kendi küllerinden yeniden doğmak üzereydi... Yine biliyorlardı ki Erzurum Kongresi, aslında kutlu doğumun mübarek bir sancısıydı...

Zulme gebe kalmış olsa da geceler, besbelli ki yeni bir sabah nuruyla donatacaktı baştan sona bütün Anadolu'yu... Ankara henüz derin bir uykuda, İstanbul zilletin kollarındaydı...

Ama Erzurum ayaktaydı...

Üstelik yarası daha kanamaktaydı ve henüz giden evlatların yasları tutulmamıştı bile...

Fakat gün yas tutacak gün değildi; ya istiklâl ya ölüm deme zamanıydı şimdi... İşte bu hal üzere Erzurumlu son bir kez daha silkindi ve çok uzaklardan gelen misafirlerine kucak açtı.

Şöyle seslendi onlara:

Şayet aç kalırsak birlikte aç kalacağız, öleceksek de birlikte öleceğiz... Sadece İstanbul duymadı bu sesi; yankı o denli güçlüydü ki tüm mazlum milletlerin dizlerine derman, gözlerine fer gelmişti...

Haliç'in sakin suları bile coştu...

Yardımcıları Allah, yoldaşları Peygamber'di çünkü... Takvim yaprakları 1919'u gösteriyordu.

Daha dört yıl vardı, o büyük güne...

Ama ok yaydan çıkmıştı artık; Erzurum, sonra Sivas... Tüm yollar aynı kutlu kavşağa çıkıyordu... Dudaklarda dua, yüreklerde sarsılmaz bir iman vardı.

Çocuğun kara kaplı deftere düştüğü not, kuvveden fiile geçecekti bir gün... Önde Mustafa Kemal, arkasında Kazım Karabekir ve daha niceleri...

Muşlu, Mardinli, Trakyalı, Trabzonlu, Amasyalı, Konyalı, Karslı, Bayburtlu, Elazığlı, İstanbullu, İzmirli, Sarıkamışlı...

Kimse kimsenin kafa kâğıdına bakmıyordu; onlar ölümde yoldaştılar, cephede kardeş...

Onlar inanmışlardı, hem de güvenmişlerdi...

Şafak söktü sökecek; nur yüzlü sabahlar Anadolu'yu saracaktı çepeçevre; ya bugün ya da yarın...

1923 sadece bir sonuçtu; öncesi vardı; sonucu anlamlı kılan... Kürsüde Mustafa Kemal Paşa, karşısında sinelerinde mangal gibi yürek taşıyan ağalar, beyler...

Türktüler, Kürttüler, Lazdılar, Çerkezdiler... Ama hepsi de adam gibi adamdılar...

Emperyalizme boyun eğmemiştiler ki, ırkçılık gibi ilkel bir duyguya yenilsinler... Kiminin adı Ahmet'ti, kiminin ki Mırza; Temel de vardı, Hakim de... Molla da vardı, muallime de... Kimi yavuklusundan kopmuştu, kimi de en sıcak kucak olan ana kucağından...

Kahrolası hanede evlad-ı iyal kalmıştı...

Ama vatan kurtulmuştu ya...

Kara kaplı defterin o son boş yaprağı, mezarından kalkan ölü gibi ayaklanmıştı artık...

Ankara yeni bir Türk Devleti’nin temelleri üzerine, yarınları bina ediyordu...

Yıl 1923'tü...

Kürsüde Sarı Paşa, hemen karşısında yoldaşları duruyordu...

Öylece taçlandı o gün, tarihin o şanlı yaprağı...

Ve aradan tam seksen altı sene geçti...

Hava puslu, sokaklar sisli olmasına sisli ama tünelin ucundaki ışık bizi bekleyip duruyor.

Şafak söktü sökecek... Yeryüzündeki bu son Türk Devleti, ceviz ağacının yaprakları gibi kuşattıkça kuşatacak çevresini... Yüreğimiz daralmasına daralıyor hoş, ama bu günler de geçici... Ortadoğu'dan Kafkasya'ya, Avrupa'dan uzak diyarlara... Yakındır her yerde bizim türkümüzün çalacağı günler... Endişelerim var ama asla umutsuz değilim çünkü biliyorum ki:

T
ürk Devleti büyüdükçe büyüyecek... 
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.