Kurt dumanlı günü sever de iflah olmaz "Uzun adam" düşmanları boş durur mu?
Durmuyorlar elbette...
Ne söyleriz, ne ederiz de "Uzun adam" ve "takımı"nı halkın gözünde olmasa bile Batı medyasında güç duruma sokarız...
Facianın üzerinden tam 6 gün geçti.
Ama altı santim gerilemediler, o gün bugün akla ziyan saldırılarına devam ediyorlar.
Öyle ki...
Allah esirgesin, Soma'dakine benzer facialar sık sık yaşansa bu izan, irfan ve vicdan yoksunu adamlar zil takıp oynayacak...
"İşte şimdi tamam; AKP gitti gidiyor" deyip, kırk gün kırk gece bayram edecekler...
Oysa...
Millet olarak hepimizin yüreğini yakıp kavuran bu büyük felaketten ötürü hem hükümete, hem sendikalara ve tabii ki en çok da işletme sahibi şirkete dönük yüzlerce eleştiri sıralamak mümkün...
Hükümet suçlu: Vakti zamanında Batı standartlarında olması gereken yasal düzenlemeleri yapmadığı için... Hükümet suçlu: Son derece ciddiye alınması gereken mutat denetimlerin, laf olsun torba dolsun cinsinden yapıldığını bilmesine rağmen zecri tedbirler almadığı için...
Sendikalar suçlu: İşçinin sırtından saltanat sürdüğü halde, o işçinin can güvenliğini birinci derecede öncelikli sorun olarak görmediği için... Sendikalar suçlu: Kendilerine yaşam felsefesi yaptıkları ideoloji hamasetinden kurtulup çıplak gerçekleri görmedikleri için...
Patron suçlu: Maliyeti en aşağıya çekip, kar oranını en yükseğe çıkarma uğrunda, insan gerçeğini ıskaladığı için... Patron suçlu: Nasılsa bu ülkede ölen babasının kesesinden gidiyor inancını kendine amentü bellediği için...
Aklı başındaki vicdan sahibi insanlar bu ve benzeri saptamaları günlerdir sıralayıp duruyor.
Eleştirinin dozunu artıranlar da var. Olsun.
Çünkü doğrusu da bu zaten...
Fakat, "... hükümet ölü sayısını daha fazla göstermemek için 380 işçinin ölülerinin üzerine beton boca etti" demek...
Ne eleştiridir, ne canı yanmış insanların ölçüsü kaçmış konuşmalarıdır, ne de septik bir gazetecilik anlayışıdır.
Bu, olsa olsa aklın tefessüh etme, izanın da felç olma halidir.
Yani çukurdan da öte bir şey...
Eleştiri, demokrasinin oksijenidir.
Eleştiri olmayan bir toplumun gelişmesini, bir yönetimin de en az hatayla çalışmasını beklemek en büyük yalandır.
Fakat, "... madende yüzlerce Suriyeli kaçak işçi çalıştırılıyordu, hükümet bu insanlık dışı durumu dünyadan gizlemek için ölü sayısını 301 ile sınırladı" demek...
İflah olunmaz AK Parti düşmanlığının bile sınırlarını hayli zorlayan acınacak bir hal veya hezeyan denizinde batıp çıkmaktır.
"Müzmin muhaliflik" te de kırmızı çizgiler vardır.
Eyvallah gelin Başbakan'ı da eleştirelim, hükümeti de...
Öyle ya devlet kutsal bi şey değil ki etrafından dolanalım; gelin devleti de hem de adam akıllı eleştirilerim, -ki, bu eleştiriyi haketmiyor da değil hani- ama ne yaparsak yapalım...
Aklı, izanı, vicdanı, bilimi, Allah korkusunu ve bu faciadan ötürü zaten ölüp ölüp dirilen o yaralı insanları göz önünde tutalım...
Onların oluk oluk akan kanlarına avuç avuç tuz basıp durmayalım...
Ortada kimsenin örtbas edemeyeceği dünyaya mal olmuş bir facia var.
Millet olarak ve o milletin ortak müessesesi olan dev olarak önce nasıl ayağa kalkabileceğimize bakalım, sonra da kanayan yaraları saralım ve en önemlisi de bir daha böyle bir felakete uğramamak için neler yapılması gerektiğini masaya yatıralım ama onu masada bırakmadan gereğini yerine getirelim...
"Takdir tedbiri bozar"
Eyvallah...
Lakin biz hele önce bir tedbir alalım.
Tabii ki susmayalım, eleştirelim misal diyelim ki:
Ne on yaşındaki çocuğu gözaltına almaya çalışmak devleti korumaktır, ne de yerde etkisiz hale getirilmiş bir protestocuya uçan tekme atmak insaf ve vicdanla izah edilebilir.
Hatta bu işin failleri hakkında kılını kıpırdatmayanlara da yüklenelim...
Fakat, "... o maden ocaklarının asıl sahibi Bilal Erdoğan olduğu için Enerji Bakanı günlerdir orada timsah göz yaşı döktü, yalan söyledi" demek...
O maden ocağında hayatlarını kaybeden insanların aziz hatıralarına saygısızlıktır.
Böyle iddia etmek, şeytanla aynı yatakta sabahlamaktır.
Neden dünyada maden kazalarında ölen her üç işçiden biri Türkiye'den şeklinde sormak dururken, "...madem AKP'ye oy verdiniz o zaman bu ölüm size müstahak" diyorsunuz?
"Dünyada da buna benzer maden kazaları yaşanmış, dolayısıyla bu işin fıtratında bu gerçek var" demek...
Ne kadar yanlış ve soruna şaşı bakmak ise, Soma'dan hareketle bu ülkede olup biten her şeyi eksik görmek de o kadar hatalıdır.
Vur abalıya yapmadan önce geldiğimiz yere iyi bakmalıyız.
Evet; hala onlarca, yüzlerce yapılması gereken işe rağmen...
Türkiye son 12 yılda çok büyük mesafe aldı.
Gelin hep birlikte çullanalım, diyelim ki:
Neden aynı başarıyı maden sektöründe elde edemedik, niye hala bu ülke iş kazaları noktasında dünya şampiyonu, neden madenlerimizde insanlarımız böylesine eften püften sebeplerden hayatlarını kaybediyor?
Patron daha çok kazansın diye, daha kaç yüz vatan evladının yitip gitmesi gerekiyor?
Bu ülkede işverenler, "çizmelerimi çıkarayım sedyenin beyaz örtüsü kirlenmesin" diyen Doğulu (Bu arada sırası gelmişken söyleyelim, bu ülkede kimileri ısrarla Kürt vatandaşlarımız için insanlıkla izah olunamayacak bir bakış sahibidir. Bilmem az da olsa o tipler utandılar mı? Çünkü 'çizmelerimi çıkarın sedye kirlenmesin' diyen o güzel insan, bir Kürt) madencinin hassasiyetine sahip olmadıkça, hakiki anlamda kardeş olabilir miyiz?
Tabii ki yanlışların arkasında durmayacağız.
Misal; sanki kendi cebinden veriyormuş gibi böbürlenerek, "... ölen madencilerin ailelerine cenaze masrafları için 450'şer lira para vereceğiz" diyen Bakan, ne kadar nobran, ne kadar his fukarası, ne kadar mekanik ise...
Felaket üzerine siyasi bina dikmeye çalışanlar da o kadar "ben" merkezlidir.
Ama bir de Taner Yıldız var mesela...
O'nu yok saymak, O'nun günlerce nasıl bir acı çektiğini görmemek de, akan göz yaşlarına ve kanayan yüreklere hakaret olur...
Birileri Ankara'da takma dişleriyle televizyon ekranlarında sırıtırken, Taner Yıldız, sanki o madende oğlu, babası veya kardeşi kalmış gerçek bir mağdur gibi didindi durdu.
Hayatım boyunca şuna inandım:
Yeryüzünde sadece iki renk yok.
Şu yaşıma kadar hayata ve siyasete dair mutlak "evetçi" de olmadım, mutlak "hayırcı"da...
Bu sebeple 6 günden beri ben de sizin gibi Soma ile yatıp Soma ile kalkıyorum...
Eğriye "doğru" dersem, imanımdan olurum.
Doğruya da "eğri" demem; isterse sövsünler, ister saysınlar...
Kaderci bir milletiz ya, zahir Necip Fazıl da tam bu noktadan kalkarak kaderi şöyle tarif etmiş:
"Kader, beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı; elindeyse beyazdan, gel de sıyır beyazı!.. "
İtirazım var...
Kader bu değil.
Kader; şayet kendi hatalarımızı haşa Allah'a fatura etmekse, işimiz Almanya'dan iyi...
Ye, iç, yan gel yat.
Nasılsa öyle yazılmış!
Madende demir payanda yerine ağaç payanda kullanan bir patron, çıkan yangın sonrasında, "... o işçilerin kaderinde yanarak ölmek varmış" derse, -ki, öyle diyorlar- Allah'a da kadere de bühtan etmiş olur.
Sarıkamış faciasından sonra Enver Paşa'ya İstanbul'da sordular: Sarıkamış'ta binlerce Mehmetçik tek kurşun bile atamadan dağda donarak öldüler ne diyeceksin? O dönemin en kudretli devlet adamı, paşası ve ser komutan olan Enver Paşa şu cevabı vermişti:
"Öyle ya da böyle nasılsa ölmeyecekler miydi?"
Tıpkı bugün Soma'da ölen 300'ü aşkın insanımızın ölümü üzerine kimi çevrelerin getirdiği yorum gibi...
Hayır; kabullenmeyelim...
Gelin işte bu sapık anlayışa ve bu alçakça bakışa itiraz edelim.
Diyelim ki: Allah, asla adaletsiz değildir.
Şunu çok açıkça söylüyorum:
Günün birinde ölen madenciler dese ki, "içinizde en günahsız olanlar ilk taşı bana atsın"
İnanız ki o "günahsız" olan, hükümet değildir.
Ama bütün günahların adresi de hükümet değil.
Gelin hep birlikte nalına da vuralım mıhına da, ama dikkat edelim ne hancı sarhoş olsun ne de nalcı...
Kimsenin finosu da olmayalım, birilerinin celladı da...
Nasılsa finolar da, cellatlar da ölüyor.