Yukarıdaki başlıkla yazdığım yazı 16 Mart 2009 Pazartesi günü yine bu köşede yayımlandı. Fakat, son günlerde, yazıda sözü geçen meşhur tarihi eserle ilgili Erzurum basınında yer alan tartışmadan dolayı kendimi, adı geçen yazıyı tekrar yayınlamak durumunda hissettim. Hem de böylelikle içerdiği tarihi notları bir kere daha dikkatlere sunmuş olacaktım. Lütfen zamanda elde ettiğimiz mesafe hakkında düşünerek okuyalım aşağıdaki cümleleri… )
İngiliz şair William Morris; (1834-1896) estetik kaygıları, günlük hayatta da önemli yer tutan biridir. Öyle ki bu durum; kurduğu atölyesinde arkadaşları ile birlikte tasarladığı günlük yaşama ait araç-gereç ve mobilyalar ile halkın günlük ihtiyaçlarına ait eşyalarda da estetikkaygılara yönelmesine sebep olmuştur. Gerçi; sanatla uğraşıpta, bu tür kaygılar taşımamak ve gördüğü çirkinliklerden huzursuz olmamak elde değildir. Zira güzelliktir sanatçının sanatını besleyen…
Ve dünyayı yaşanabilir, rahat ve ferah, bakınca gözü rahatsız etmeyecek bir şekilde imar etmek ise; insanın başta gelen görevlerindendir. Okuduğum bir kitapta, Eyfel Kulesi’yle ilgili, William Morris’e ait olduğu söylenen bir olay anlatılıyordu:
“Paris’e yaptığı son gezisinde Morris, vaktinin büyük bir kısmını Eyfel kulesindeki lokantada geçirmiş. Yemeklerini orada yemiş, yazılarını orada yazmış. Fakat, bir dostu kendisine: “Kule galiba sizi herkesten çok cezbediyor.” deyince, Morris şu cevabı vermiş: “Ne münasebet! Koca Paris’te o çirkin demir yığınını görmediğim tek yer burası da, onun için burada oturuyorum.”
Şimdi; başkalarıyla, her daim güzelliğin peşinde olan ve onu anlatmaya çalışan şair arasındaki bakış farkı üzerinde düşünelim. Herkesin Paris’e gittiğinde ilk önce görmek istediği ve döndüğünde de yine ilk olarak gezip gezmediğinin sorulacağı bir yer için; bir estetin, eşyaya ve insana sadece ve sadece, güzelliğin penceresinden yaklaşan birinin söylediği ne kadar manidar…
Çünkü, neyin güzel olduğu hakkında ve güzellik kavramı üzerinde kafa yormamış, bu konuda herhangi bir düşünce üretmemiş birinin gördüğü şeylerde araması gereken noktalarla, bunu yapmaya çalışan ve hatta bunu hayatının gayesi haline getiren birinin dikkat ettiği noktalar arasında ne derece büyük bir fark olduğunu varın hesap edin! Her ne kadar okusak da, aldığımız öğretimin ardından, önemli görevler üstlenmiş olsak da; eğer yaşadığımız yere, az da olsa bu çerçeveden bakabilme yetisi kazanamamış isek; bu hem bizim ve hem de o şehir için olumsuz durumlara yol açabilir. Asırlara meydan okuyan ve yıllar geçtikçe kıymetlenen, her görenin hayranlıkla seyrettiği, kültürün ve tarihin iç içe geçerek, geçmişin en mühim sembollerinden biri haline getirdiği, kimliğimizin adeta mührü olan bu eserler; hak ettikleri ilgi gösterilmeyip kaderlerine terk edildikleri için, gün geçtikçe yıkılışa doğru giderler.
Bunlardan biri de; Erzurum’daki Çifte Minareli Medrese’dir ve onu her görüşümde, sanki boynunun biraz daha büküldüğü hissi büyük bir acıyla yüreğimi dağlamaktadır. En son Sivas seyahatimde, oradaki benzerlerinin etraflarının açıldığını ve nefes almalarının sağlanmasının yanında, aynı zamanda şehre büyük bir meydan kazandırıldığını da gördüğümde, orası için sevinirken, kendi şehrim adına büyük üzüntü duydum. Enderi nadirattanolan bu güzelim eser, her geçen gün biraz daha kararırken, benim de, böyle bir projeyi kimin gerçekleştireceğine olan umudum, henüz yok olmasa da, giderek azalıyor. Bakalım; belki bir hayırlı kişi, vakit daha fazla geç olmadan el atar diye düşünüyorum. Söz buraya kadar gelmişken; hekimliği ve sosyal bilimlere ilgisi sebebiyle; hem sağlığımıza ve hem de kültürümüze büyük hizmetleri geçen, değerli hemşerimiz rahmetli Prof.Dr. Zeki Başar’ın, bu eserle ilgili bir hatırasını nakledelim:
“1966'da bir kaç günlüğüne Ankara'ya gitmiştim. O tarihte DDY merkez teşkilatında görevde bulunan Dr. Lütfi Yalım'la buluşmayı yakınlığımızın gereği saymıştım. Birlikte Sayın (Cevat) DURSUNOĞLU'nu ziyaret ettik. Evinin kendine özgü havası içinde sıcak karşılanmıştık. Geçmişten verdiği anılarıyla ziyaretimizi daha da renklendirmişlerdi... (…) Rahmetli Lütfü YALIM'la (29 Eylül Perşembe 1966) birlikte yaptığımız o günkü ziyaretimizde değindikleri bir konu da, yapıldığı günlerde benim ve bazı hemşerilerin karşı oldukları Çifte Minareler önündeki genel tuvaletler olmuştu.
İş başında bulunan Belediye Başkanı Hilmi Nalbantoğlu'na selamlarıyla, selefi (ondan önceki) (Dr. Edip SOMUNOGLU)nin hatasını düzeltmesi için dikkatlerinin çekilmesini isteyerek şunları söylemişlerdi: ‘1948 senesinde meşhur Mimar Paul BONATZ (*) Erzurum'a uğradıklarında yanlarında bulunuyordum. Çifte Minareli Medrese’yi ziyaret etti. Eserin değerini belirtmek yolunda dedi ki; Allah Türk milletine versin de, bu sanat eserini kristal bir fanusa geçirsin.’
Bu yazının ilk defa yayımlanışından bu yana; bırakın fanus içine almayı, yılların eser üzerinde bıraktığı kötü etkileri giderici restorasyonun bile, gerektiği gibi ve zamanında yapılmadığına ya da henüz başlanmadığına, bu şehirde yaşayan herkes şahittir. En son; İstanbul’dan gelen bir grup misafirin, gezdikten sonra, akşam yemekte söyledikleri şu söze verilecek cevabımın olmaması çok hüzün vericiydi: “Çok güzel bir eser, ama çok bakımsız…”
(*) (6 Aralık1877 - 20 Aralık1956) Türkiye'de bulunduğu 1940'larda II. Ulusal Mimarlık Akımının destekleyici ve yönlendiricilerinden Alman mimar. Millî kültüre sahip çıkma anlayışı içinde, mimarlıkta yerel öğelerin kullanılması ve yapıların bulundukları bölgeyle uyum içinde olması ilkelerine yönelmiştir. Ankara'daki Saraçoğlu Memur Evleri Mahallesi gibi yapılarının tasarımında, geleneksel Türk konut mimarlığının belirgin öğelerini bu doğrultuda kullanmıştır.