Ankara’da bir tıp merkezinde eşimle birlikte tedavi sıramızı beklerken, hasta ve hasta yakınlarıyla koyu bir sohbet içerisindeyiz.
Konuşmalarımız arasında Erzurumlu olduğumuz anlaşılınca, bir beyefendinin ilgisi üzerimizde yoğunlaşıyor.
Kendisinin, 1954 – 1955 yılları arasında Erzurum da görev yapan vali Hilmi İncesulu’nun oğlu olduğunu öğrendiğimizde, Erzurum’a olan ilginin sebebini anlıyoruz.
Annesini tedaviye getirdiğini söyleyince, Vali Bey’in eşi Aliye Hanım’la tanışma şansını yakalıyoruz.
Sohbet derinleşirken, hanımefendi; Erzurum’da bulundukları sürede yaşadıkları güzel anıları bizimle paylaşıyor.
Özellikle Atatürk Üniversitesi’nin kuruluş aşamasında, Sn. Vali Hilmi İncesulu’nun nasıl gayret gösterdiğini heyecanla anlatıyor.
Hilmi Bey’in üniversitenin Erzurum’da kurulması ile ilgili çalışmaları, üniversite beklentisi içerisinde olan Vanlıları kıskandırdığını da söylemeden edemiyor.
Hanımefendi, üniversitenin Erzurum’da kuruluşunu öylesine anlatıyor ki Atatürk Üniversite’nin kuruluşunda emekleri geçenleri bir kez daha saygı ve muhabbetle anmamıza vesile oluyor.
Kolunda serumu ile bizle sohbet yapan Aliye İncesulu hanımefendiden, o günün Erzurum’uyla ilgili epeyce bir bilgi edinmiş oluyoruz.
Atatürk Üniversitesi’nin kuruluşunun üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmiş.
İlk eğitim ve öğretimine 1958 yılında 135 öğrenci ve iki fakülteyle başlayan Atatürk Üniversitesi, 2010 – 2011 eğitim ve öğretim yılına; 18 fakülte, dört yıllık 3 yüksekokul, 11 meslek yüksekokulu, 7 enstitü, 17 araştırma merkezi, 2500 bilim adamı, 3000 personel ve 40 bin öğrencisi ile başladı.
Şehrin ekonomisine büyük katkısı olan öğrencilerin şehre gelmeleri ile birlikte, baharda açan çiçekler gibi caddelerimiz, çarşı ve pazarlarımız cıvıl cıvıl hareketlendi, şenlendi.
Şehrimizin aydınlık yüzü olan üniversitemizin rektörü Sn. Prof. Dr. Hikmet Koçak hoca, iki yıl önce devir aldığı hizmet bayrağını daha ilerilere taşımanın azmi ve gayreti içerisinde güzel çalışmalara imza atıyor.
Bir cerrah titizliği ile çalışan Sn. Koçak ve ekibi, şehrin sosyo ekonomik gelişmesine katkıda bulunacak; Gözlem evi, Yeşil ev, Tohum üretimi ve Hayvancılıkla ilgili dört yeni projeyle hedeflerini yükseltirken, şehrin geleceği ile ilgili ümitlerin de artmasına sebep oldular.
Açık öğretim fakültesinin Erzurum’a kazandırılması ise Sn. Koçak ve yönetiminin en somut başarıları arasında sayılabilir.
Yapılacak olan 2011 Üniversiade Kış Oyunları’nda üzerine düşen sorumluluğu en iyi şekilde yapan kurumların başında Atatürk Üniversitesi’nin gelmesi ise bu ekip çalışmasının bir ürünü olarak değerlendirilmelidir.
Bu sene üniversiteye kayıt yaptıran öğrenciler ile üst sınıflarda okuyanlar, 2011 Üniversiteler Arası Kış Oyunları’nı izleme şansına sahip olacaklar, belki de hayatları boyunca anlatacakları en anlamlı sahnelerden birine tanıklık edecekler.
Anadolu’nun dört bir tarafına dağılmış Atatürk Üniversitesi mezunlarını, ülke yönetiminde, akademik hayatta vb. mevkilerde gördükçe, bu kartal yuvasının önemini daha iyi anlamak mümkün olabilmektedir.
Yarım asırlık köklü geçmişi ile bölgedeki üniversitelerin abisi konumundaki Atatürk Üniversitesi, üniversite kuran üniversite olma özelliği, bilimsel çalışmalardaki performansı, sosyal ve kültürel alanlardaki duyarlılığı ile şehrin gözbebeği konumundadır.
Başka şehirlerden gelip Erzurum’un havasını soluyan, suyunu içen, eğitimlerini Atatürk Üniversitesi’nde tamamlayıp hayata atılan 150.000 mezunun şehrimizle ilgili unutamadıkları hatıraları, intibaları şüphesiz vardır.
Hani soğuğa sormuşlar; nerelisin? Sivas’ta doğdum, Erzurum’a yerleştim, demiş.
Soğuk gerçekte, sadece havası ve suyu, insanına haksızlık etmemeli, şu meşhur söylemi duymuşsunuzdur; “Zeçi, Zeçi (Zeki, Zeki), İstanbul neçi (ne ki, nesi var ki) hele Erzurum’u cörçi (gör ki, görmelisin) Erzurum yayla!”
Bölgelerden bahsedilirken, bitki örtüsü... denir.
Bu ilimizi anlatırken, başka bir doğal örtüden daha söz etmeli, kar ve buzdan…
Haziran’da bile tepelerde yer yer kar görebilirsiniz.
Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde; “Erzurum’da 11 ay 29 gün kaldım, halkı hâlâ yazı bekliyordu.” der.
Şehrimizin “Oltu taşı” da meşhurdur, kara gözlü, derin bakışlı insanını andıran.
“Cağ kebabını” da unutmak olmaz, koyun eti alerjisi yüzünden ben hiç tadamadım; ama çok lezzetliymiş.
Bir de tatlıların hası “kadayıf dolması”, içi bol cevizli, çıtır çıtır kızartıldıktan sonra şerbetlenen nefis bir tatlı.
Çay, doğma büyüme Rizeli’dir. İlk asli görevi de sanırım Erzurumlunun içini ısıtmaktır. Ama öyle bildiğiniz gibi değil, “Kıtlama’’ şekerle ve bol limonlu, içine limonu kabuğuyla katabilirsiniz; ama şekeri katmak olmaz.
Bir de insanından bahsetmeli bu şehrin: dost, dürüst, mert, samimi… “DADAŞ” yani. Olduğu gibi, olmadığı gibi değil. Alışverişe çıkarsanız, bu nasılsa yabancı diye, “kaz’’ olarak görmezler sizi, tam tersi…
Doğu’nun Paris’i, dost diyar, kahraman şehir ERZURUM…
Zalime boyun eğmeyişin, zulme en çetin direnişin sembolü… Ermeni mezaliminde elli bin şehit vermiş bir şüheda toprağı… Nene Hatunların, Sarı Gelinlerin diyarı…
Asaleti yaslandığı Palandöken’den değil kısacası. Bu, mertlik ve cesaretinden geliyor.
Hazır Palandöken demişken, eteğinde konaklayan Abdurrahman Gazi’yi anmamak olur mu? Kelle koltuğunda düşmanla savaşmış bu yiğidin türbesi dağın gerdanına ne çok yakışıyor. Dağın şehre dönük yamacına öyle bir kurulmuş ki sanki eli hâlâ şehrin üstünde.
2009 Nisan’ındaki ziyaretimizde en az yarım metre kara yaslanmış öyle ağırlıyordu misafirlerini, bu sonsuz kahraman. Yatağı Palandöken, yorganı kar, yastığa ihtiyacı yok, çünkü başı kesilmiş.
Ziyaretimizi dua ve minnetle tamamlayıp, sırayı; Tokat, Amasya, Bursa vs. gibi yurdun değişik yerlerinden gelenlere devretmek üzere ayrılıyoruz kapısından.
Geldiğimiz taksinin şoförü: “Hemen şurada bir yer var, televizyonlarda da gösterilmişti, görmek ister misiniz?” diye soruyor.
Erzurumlu gibi konuşmuyorsun diye takılıyoruz, meğer Artvinliymiş. Gencecik daha ve bir iki ay sonra asker…
Görelim tabi diyoruz. Şehre doğru inerken sağ tarafta ileriye doğru düz bir toprak yola sapıyoruz. Az ilerisi de yukarıya dönüyor tekrar. Hepimiz arabadayız. Bu yola girince üç dört metre sonra kontağı kapatıp arabayı durduruyor. Elini ayağını kaldırarak bakın şimdi diyor. Aman Allah’ım o da ne, araba kendiliğinden ilerliyor! Az ilerideki eğimli kısmı da tırmanacakmış gibi olunca biz iyice şaşırıyoruz. Şoför Muttalip aynı şeyi birkaç kez tekrarladı. Şaşkınlığımızı görünce de: Altta manyetik alan varmış, öyle diyorlar, dedi.
Ne diyebilirdik ki! Hayret doğrusu!...
Kars yoluna indiğimizde: Tabyaları da görmek ister misiniz? diyor genç kaptan. Meraklı halimizle heveslenerek; “Paranızı alacak nasılsa, der tabi.” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Özel arabamız gibi gezdik, iki üç gün boyunca taksi durağından onu çağırarak. Dolmuşa binmiş kadar ancak masraf ettik. İnanın fazla bir şey talep etmedi. Anadolu genci tok gözlü oluyor dedirtti bize. Üstelik rehber de oldu.
Gidelim kaptan, tabyalara da gidelim.
Bu şehrin ve ülkenin anaları, kuzuları rahat etsin, onlara “namahrem eli değmesin.” diye eline aldığı baltayla cepheye koşan Nene Hatun’a gidiyoruz şimdi de. Adı Nene, kendisi gencecik gelin. Kardeşinin şahadetini duyunca kundaktaki üç aylık bebeğini Allah’a emanet edip cepheye koşan Nenem bu tepede. Büyük cesareti, asaleti, masumiyetiyle ve kadınlığın gurur abidesi olarak…
Kars yolunun hemen solundaki askeriye kapısından giriş izni alıp tabyalara doğru yükselirken, mümkün olsa da uçarak ilerlesek hissine kapılıyor insan. Acaba bir şehidin eline, koluna, başına basar da incitir miyim diye içimiz ürperiyor. Hangi karışında ne fidanlar can verdi kim bilir?
Tepeye çıkınca, taşlardan yapılmış bir sığınak, önünde bir top, sağ tarafında metrelerce yüksekten kara, kışa aldırmadan buralar benden sorulur edasıyla ve şehitlerimizin anısına saygıyla, hemen onların başucunda hiç bitmeyen nöbetini, bütün şânı ve şerefiyle, hoyrat rüzgarlara direnerek tutan, akan kanların sembolü, “ Şehidimin son örtüsü ’’ Bayrağım! Görevini hakkıyla yapıyor olmanın iç huzuruyla başı dik ve o pak alnı açık!
Selamlaştıktan sonra ayaküstü dertleştik biraz.
Nasıl bir gücün var ki senin, kafa tutuyorsun tüm zorluklara, güvenle ve gururla göğüs geriyorsun.
Ben gücümü, güven ve gururumu gölgelediğim şu sonsuz misafirlerimden alıyorum. Benim damarlarımda onların kanı dolaşıyor. Biliyorum ki onların devamı var, arkası kesilmez bu neslin. Hangi ayaz dondurabilir beni, hangi yaz soldurabilir rengimi?
Binlerce şükür bayrağım, milyonlarca şükür. Sonsuza dek dalgalan böyle. Buralar senin hava sahan, buralarda elbet senin sözün geçecek. Sen çok yaşa bayrağım, hep yaşa! Bu ulu tepelerde şehitlerinle baş başa… Bu rüzgâr, bu yağmur, bu tepeler zerrelerince helâldir sana!
Çocuklar topu görünce heyecanlandılar. Bense arkasındakileri görünce ürperdim. Selam verdim içtenlikle Nene’me. Gözünü kırpmadan dişiyle tırnağıyla tırmandığı bu tepelere nasıl da gurur veriyor, nasıl da sarmaş dolaş vatan toprağının bu dağ başındaki köşesiyle. Her türlü övgüyü, duayı nasıl da hak ediyor.
“Ne çelik tabyalar ister ne siner hasmından
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman.’’
Yaşadıklarınızı gözümde canlandırmaya çalışıyorum da Nene’m, buna bile yüreğim dayanmıyor. Koptu kopacak yerinden. O zamanlarda yaşasaydım daha kavi olur muydu acaba? Yok Nene’m yok. Sen bakma böyle söylendiğime. Asaletin biraz suçlu ve ezik hissettirdi de kendimi, meraklanma sakın! Dualarımız ulaşmıştır umarım, şu dağları imrendiren koskoca yüreğine.
Buraların rakımı baş döndürücü. Rüzgârları ciğerlerime fazla geldi sanki. Oksijen bolluğundan mı, buraları dipdiri bekleyenlerin ululuğundan mı? Buna siz karar verin. Ayaklarım yerden, kalbim hayattan çekilir gibi oldu, sığmadı içim içime.
Böylesine dopdolu bir Anadolu şehrini bir güne sığdırmak mümkün mü? Daha ne(re)ler var ne(re)ler! Hepsi şehrin merkezi gerdanı Cumhuriyet Caddesi’nde birer elmas, yakut, zümrüt, altın. Yakutiye Medresesi, Mimar Sinan’ın eseri Lala Paşa Camii,
Buralar taşların, tarihin diliyle konuştuğu mekânlar. Biraz hazin buldum hâllerini. Yer yer yıpranmışlıkla zamanın yorgunluğu sinmişti çehrelerine. Ama bütün onurlarıyla hâlâ dimdik ayaktaydılar. Tüm donduruculuklara rağmen daha bakımlı, daha mesaja açık tutulamazlar mıydı diye düşünmeden edemiyorum.
Tüm bu yapılardaki mimari görkem birbiriyle bilgece bir yarış içinde. Hangisi daha görkemli, daha göz doldurucu ayırt edemezsiniz.
Ulu Camii, akşam namazı vaktinde ziyaret alanımızdı. O koskoca sütunları arasına dalınca tarihin derinliklerinde ilerler gibiyiz. Öylesine gizemli bir havayla karşılar sizi. Geç kalmamak için koşuşturmamıza rağmen sütunların her biri tarihi bir ismi getirdi aklımıza. Şu sütun Ahmet Muhtar Paşa’yı, diğer köşedeki Kazım Karabekir Paşa’yı, tam karşımızdaki de Nef’i’yi ağırlıyordu o kafa tutan, önüne gelene çatan ve sonunda canına mal olan ironik tavrıyla.
Ertesi gün Kongre Binası’nı gezerken tüylerimiz diken diken… Ordulu birkaç hemşehrimin adını heyettekilerin arasında görünce bir gurur kaplıyor içimi. Koridordaki isimlerle selamlaştıktan sonra toplantı salonuna geçiyoruz. Sanki hâlâ buradalar. Başlarında Erzurum Mebusu Mustafa Kemal… Küçük kızım, Gazi’nin kaldığı odaya geçince: Anne, Atatürk’ümüz burada mı yaşıyormuş, burası onun odası mı, şimdi nerede?...
Buraya gelip Erzurumluları yanına aldıktan sonra Ankara’ya geçmiş kızım, şimdi de orada, “Türkiye’nin Kalbi’nde”…
Merkezin dışından da bahsedelim biraz. Ilıca ilçesinden Kandilli’ye giderken Ermeni mezaliminin kanlı eli çarpar yüzünüze. Yol boyunca birkaç köy karınları deşilerek öldürülen hamile kadınlara, ırzına geçildikten sonra öldürülen genç kızlara, öldükten sonra kalp ve ciğerleri sökülerek duvarlara çakılmış insanlara, diri diri yakılan masumlara tanıklık etmiş köyler, o acılı hâlleriyle karşılar sizi.
Bu köylerden birinin nüfusu 300 iken, 270 kişinin bu şekilde şehit edilişi bu zulmü anlatmaya kâfidir sanırım. Bugünkü hâliyle daha geniş bir alana yayılan şehir, Yenişehir, Yıldızkent, Yunus Emre gibi yerlerde modern mimarinin örneklerini sergiliyor. Eskiden Erzurum “Çarşı Pazar”dı, şimdilerde Büyükşehir.
Otogar, şehirden biraz daha uzaklaştırılmış.
Üniversite, şehrin Erzincan tarafından girişinde gururla karşılar sizi ve bütün misafirperverliğiyle, aman ne iyi ettiniz dercesine.
Hoş bulduk Erzurum, hoş bulduk okulum. Yıllar sonra yine ve daha da hoş bulduk, hoş ağırlandık, hoşça da uğurlandık.
Erzurumluların o hoş konuşma şekillerinden örneklerle bitirelim gezimizi (yazımızı).
-Eğri oturag, doğru gonuşag.
-He gurban, hele neyedirsen (ne yapıyorsun, nasılsın)
-Gelirig, gidirig, sizi evde bulamirig
-Bilmir misan, burası dadaş şehri, çaya katmaz şekeri.
-Merak edirsense söylerem.
-Hele sen de söle bakem. Erzurumluyem, dadaşem, hile fesat bilmirem.
-Vış torpah başııza (hay geberesiceler). Yohsa siz bizi bilmirsiiz mi?…
Hay çok yaşayın Erzurumlular, siz çok yaşayın. Bir daha hiç düşmeyin kedere. Sizler bilinmeyecek insanlar mısınız? Binlerce teşekkür sizlere. Erzurum bundan ibaret değil elbette. Bunlar benim anlatabildiklerim. Gidip gezmek, bizzat görmek lazım.
Hadi artık bize müsaade. Hoşça kal okulum, hoşça kal Erzurum. Bir daha düşmeyecek olsa da yolum (belki), dualarımız sizinledir!…