Çift atın çektiği rengârenk faytonların şehrin caddelerinde seyrü sefer ettiği zamanlarda en büyük hayalimiz faytona binmekti.
Yanına oturduğumuz faytoncunun, kısa bir süre için dizginleri elimize verip faytonu sürme havasına girdiğimizde dünyalar bizim olurdu.Faytoncunun lastik kornayı çalıp ara sıra bağırdığı; “Haber ol asker, haber ol çocuk” şeklindeki sesi caddede yankılanırdı.Faytonların hayatımızda önemli bir yeri olduğu dönemlerde, çocuk olup da faytonla ilgili hatırası olmayan yok gibidir. Bazen faytonların arkasına asılır kamçı yerdik, bazen komşular seyre gidecekler diye faytona biner, bir evin önüne getirip kaçardık.
Bunlar çocuksu dünyamızın hoş görülecek muziplikleriydi.
Sonbahar mevsimiydi, ağaçlar yapraklarını dökmüş, kış kendini göstermek üzereydi, dışarıda karla karışık müthiş bir yağmur yağıyordu.
Evde bir telaş başlamış, anacığım hastalanmıştı.
Rahmetli babam hepimizi bir faytona bindirip, annemi hastaneye yatırmıştı.
Yağmur o kadar fazlaydı ki faytoncu tenteyi indirmesine rağmen, faytonun içinde ıslanmıştık.
Annemi ameliyat etmişlerdi, kapıda gergin bir bekleyiş içerisindeydik, eter anestezisinden dolayı iki kişiden birinin kurtulduğu sözleri kulağıma geliyordu.
Bir müddet sonra müjdeli haber gelmiş, neticede anam sağlığına kavuşmuştu.
Bu olay benim annemle ilgili duyduğum ilk endişem ve faytonla olan ilk hatıramdı.
Fıtratım itibariyle oldukça hareketli bir çocuktum, bundan dolayı da sık sık kazalar geçirir, anamı üzerdim.
Bacalardan düştüğüm ve defalarca kafamın kırıldığı durumlar bir hayli olmuştur.
Bir yaz günüydü, faytonla giderken nasıl olduysa faytonun basamağına ayağımı atınca faytonun altında kalmış, arka teker üzerimden geçmişti. Allah’ın hikmeti, bana bir şey olmamıştı, ama anacığım ağırlık olmasın diye kendini faytondan atmış ve ayağı kırılmıştı.
Bu nasıl bir fedakârlık, bu nasıl bir sevgiydi, analık duygusu bu olsa gerek.
Yarım asırdan fazla anamla sahne-i ömürde beraber oldum, sevgisi, şefkati, merhameti, fedakârlığı hep üzerimizde oldu, her ana gibi çıkarsız, riyasız, karşılıksız sevdi ve büyüttü.
Her Cuma ziyaretine giderdim veya telefonla arar hayır duasını alırdım.
Bugün Cuma, anam telefonun diğer ucunda beni bekliyordur diye elim telefonuma gidiyor.
Heyhat! Anam şimdi toprak altında diyorum, nasıl da ıstırap duyuyorum.
Annemin kapısının kapalı olma düşüncesi beynimi kemiriyor, dizlerimin bağı çözülüyor, gideceğim, elini öpeceğim, sarılacağım, “Allah işin rast getirsin” diyenim yok artık.
Bu Cuma salalar bir başka geliyor kulağıma, sanki ruhumu söküp alıyor.
Ailenin ortanca erkek evladı olarak dünyaya gelmişim, anam babasının adı olan Ahmet ismini, babam da Erdal ismini vermiş, bundan dolayı anam bana Ahmet veya Emoç diye hitap ederdi.
Bugün Cuma, vakit sanki hiç geçmiyor gibi, şimdi anamın elini öpmeye değil, mezarına koşup Fatiha okumaya gideceğim.
Telefonun ucundaki “Can ana gurban” sesini bir daha duyamamak, nasılda yüreğimi acıtıyor.
“Oğul; Allah sizlere hayırlı tükenmez ömürler versin, Allah evlatlarınızdan güldürsün, Allah sizi iyi kişilerle karşılaştırsın, Allah sizlere acı, ağrı, kötü gün, yaman gün göstermesin, Allah sizi şeytan ve münafık şerrinden korusun, size gelen bana gelsin” dualarını acaba bana kim yapacak, bir daha bana kim “Can ana gurban” diyecek?
Rahmetli babam otuz dört yıl önce fani dünyadan göçmüştü, anacığım bize hem analık hem babalık yapmıştı.
“Hani insan babadan değil de anadan yetim kalırmış” derler ya el hak, ne kadar da doğruymuş.
“Yarabbi beni ele avuca düşürme” demişti anam, öyle de oldu, mübarek üç aylarda aramızdan ayrıldı, vatan-i aslisine gitti.
Hastanedeki son görüşmemizde anamı iyi görmüştüm, hatta birkaç gün sonra eve çıkartırız diye de düşünüyorduk.
Eğildim kulağına; “tez iyileş ana, hatırlarsan sana bir sözüm vardı, seni Konya’ya, Mevlana’ya, Şeb-i Aruz törenlerine götüreceğim” dedim. Anamın birkaç saat sonra ebedi vuslata ereceğini nereden bilebilirdim ki?
Yanından ayrılırken, ana bir el salla bana dedim, sağ elini kaldırıp salladı, meğer bu bir veda anıymış, nasıl da anlayamadım.
Mevlana’nın: “Gün batımını gördünse, gün doğumunu da seyret, hangi tohum yere atıldı da çıkmadı” sözleri içimi ferahlatıyor.
“Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” dememiş miydi Yunus?
Erzurum kültürünün seksen sekiz yıllık canlı tanığının gitmesine mi yansam, sevgi ırmağımın kurumasına mı ağlasam?
Ondan; Kazım Yurdalan’ı, Solakzade’yi, Rasim Efendi’yi, Faruk Kaleli’yi az mı dinlemiştim?
Bayramlar bundan böyle nasıl geçecek bilmiyorum.
Lezzetleri darmadağın eden ölüm hakikatini, bu kez de anamda gördüm.
“Her nefis ölümü tadacaktır.” İlahi emri karşısında, aciz kulun yapacağı tek şey teslim olmak değil de nedir?
Böyle anlarda duyguları kaleme dökmek ne kadar zor işmiş meğer!
Sen bize dua ederdin ana, şimdi nasip olursa dualarımızla senin yoldaşın olacağız.
Sığındığım kapım, arkamdaki dağım, sevgi ırmağım, şefkat güneşim, merhamet meleğim, dua pınarım anam, makamın cennet olsun, nur içerisinde yat.
Hüvel Baki.