O meş’um sürecin üzerinden tam 15 yıl geçti. Şu günlerde neredeyse bütün medyada sürek avı başlatılmış durumda!
Gidişat göstermektedir ki…
Er ya da geç, 28 Şubat’ı bu ülkeye yaşatan aktörler hukuk önünde hesap verecek.
Vermeliler de…
Zira 28 Şubat’ın bu ülkeye açtığı zararları bugün kimse hesaplayamıyor bile…
Şehir
efsaneleri üretmeye lüzum yok. Kimler bir gecede milyarder oldu, kimler
layık olmadığı muameleye maruz kaldı, hepsi biliniyor.
27 Mayıs gibi üzerinden yarım, 12 Eylül gibi de çeyrek asır geçmiş değil ki…
Topu
topu üzerinden 15 yıl geçmiş bir dönemden söz ediliyor. Dolayısıyla
kimsenin bilgi karartması ve belge gizlemesi mümkün değil. Herşey gün
gibi ortada ve kimin ne yaptığı, kimlerin nasıl tornistan ettiği
arşivlerde duruyor.
O dosyalar açıldığında her şey ortaya çıkacaktır.
Tam
bu noktada toplum olarak dikkat etmemiz gereken hususlar var. Misal bir
dönemle hesaplaşalım derken, bir yanda da yeni anaforlar
oluşturmamalıyız.
Özellikle de toplumun çimentosu olan ana meselelerde…
Klasik
bir sorudur ama öylesine gerçek ve öylesine can yakıcıdır ki, her
sorulduğunda insanın kanı çekilir ve rengi bembeyaz olur:
“Et kokarsa tuzlarsın, ya tuz kokarsa ne yaparsın?”
Hadi siz cevap verin bakalım; sahi tuz kokarsa ne yaparsınız?
En
iyisi mi kendinizi zorlamayın; biz söyleyeyim: Tuz kokarsa anlayın ki
felaketiniz olur ve yarınlarınız karanlık dehlizlerde yitip gider.
Bu
sebeple siz siz olun toplumun ortak paydası olan üst değerleri pay
haline dönüştürmeyin. Bırakın o değerler yüksekte dursun ve sakın o
değerlerin siyasi manevralar arasında oyuncak olmasına izin vermeyin.
Nedir bu üst değerler diye soruyorsunuz; söyleyelim:
-Din…
-Milliyetçilik…
-Bayrak…
-İstiklal Marşı…
-Laiklik…
-Vatan sevgisi…
-Cumhuriyet…
-Demokrasi…
-Hukukun üstünlüğü…
-İnsan hakları…
-Adalet…
Birini ötekine tercih etmeye lüzum yok. Her biri ayrı ayrı bu toplumun çimentosu olan olmazsa olmazıdır.
Bugün
farklı arayış içinde olan kimi Kürt aydınlar bile günün birinde
anlayacaklar ki, bu üst değerlerin yitip gitmesi sonucu, ortada hiçbir
şey kalmamış.
Hani bazı bilim adamlarının Yugoslavya örneğini
verip durması boşuna değil. O bilim insanları demek istiyor ki, aklınızı
başınıza devşiriniz. Şayet bu kavga ve gürültü böyle sürüp giderse
günün sonunda Yugoslavya gibi parçalanıp mahvolursunuz ve elinizde kalan
parça da kimseye vatan olmaz. Bir olun, birlik olun ama ortak bir
paydada buluşun.
Ölçü şu:
Milliyetçilik; ırkçılık olmamalı…
Laiklik; din karşıtlığına, şovenizme ve baskıya dönüşmemeli…
Vatan sevgisi; ‘ya sev, ya terk et’ biçiminde yorumlanmamalı…
Cumhuriyet; tüm meşruiyetini halktan almalı ve temelini halk iradesine dayandırmalı…
Demokrasi;çoğunluğun azınlığı “hiç” saydığı totaliter bir anlayışa dönmemesi ve
azınlığın da çoğunluk üzerinde vesayet oluşturmasına izin verilmemesi…
Hukukun
üstünlüğü; hukukçuların veya egemenlerin sırf kendileri gibi düşünmüyor
diye muhalif her görüşü şu’cu veya bu’cu diye yaftalamaması; hukukun
herkes için eşit oranda uygulanması…
Adalet; kamu eliyle
savunmasız ve güçsüz kitleler üzerinde siyasi baskı yapılmaması; her
inanç ve her ideolojiye sahip kimsenin korku altında yaşamaması…
Bayrak;bir toplumun, ulusun ve kendini bir ülkeye mensup hisseden herkesin
ortak milli değeri olması; yani bir etnik yapının ötekine karşı simge
olarak kullanmaması…
Milli marş; bir ülkenin başka ülkeler ve
uluslar önünde kendi tarihini, kültürünü ve sosyal bilincini ortaya
koyması; ama asla ırkçılık gibi bir sonuç doğurmaması…
Din; aynı
yaratıcı (Allah), aynı Kutsal kitap (Kur’an), aynı yol gösterici
(Hz.Peygamber) doğrultusunda pay haline getirilmeksizin ortak payda
olarak görülmesi ve aynı kıbleye secde eden insanları kardeş kılan üst
kimlik kabul edilmesi…
Şayet toplum bu ortak değerler ekseninde
buluşabilse ve herkes bir başkasının inanç ve ideolojisine saygı duymayı
başarabilse, bugün yaşadığımız sorunların onda birini dahi yaşamaz
olurduk.
Fakat olmuyor; olamıyor. Bazen toplum beyazla siyah
arasında öylesine acımasız bir savaş içine giriyor ki, aradaki öteki
renkler yok olup gidiyor. Sonra da oturup düşünüyoruz:
“Ne oldu bize böyle; niçin birbirimizin kafasını kırıp gözünü çıkarıyoruz?”
Görmüyoruz ki bu ülkede çoğu zaman etin kokmasını önleyecek olan tuz da kokuyor.
Çare içinde çaresiz bir toplum olup çıktık.
Ufak
tefek sorunlarımız çözüme kavuşmayınca, sonunda o ufak tefek sorunlar
öyle büyüyor ve öyle kartopu gibi devleşiyor ki, istesek de artık başa
çıkamıyoruz.
“Senin hakimin, benim hakimim”
Ya da
“Senin devletin, benim devletim”
Ayrılık
noktaları çoğaldıkça, sen, ben meselesi de aynı hızda büyüyor. Sonunda
sen, ben yüzünden koskoca bir vatan adeta yangın yerine dönüyor.
Soruyorum:
Yangından sonra kalan kül ve enkaz kime ne yarar sağlayacaktır?
Birlikte ama birbirimize üstünlük taslamadan yaşamanın yolu bu kadar mı zor?
Bu
ülkede her gün Türk-Kürt çatışsa ve onlarca insan bir hiç uğruna
yaşamını yitirse bundan kim kazançlı çıkacak ve hangi Türk veya Kürt yarınlarından emin olabilecek?
Birbirimize
deliler gibi aşık olmak zorunda değiliz. Ama birlikte yaşayacağımız
gerçeğinden hareketle birbirimize saygılı olabiliriz. Ki, bu da ortak
paydadır ve bizleri savaşsız bir ortama götürür…
En iyisi mi
gelin iş işten geçmeden bu soruna bir çare bulalım. Biliyoruz ki ve de
tecrübeyle sabittir ki, et kokarsa tuzlarsın lakin tuz kokarsa yapılacak
bir şey yoktur.
Biz bugün etin koktuğu noktadayız.
Önümüzde hala tuz gibi bir seçenek ve çare duruyor. Onu da kaybedersek
ah vah etmenin kimseye bir faydası olmayacaktır.