Allah izin verirse inşallah bir kurban bayramını daha idrak edeceğiz. Bayram, sevinç, hoşgörü, barış, bağışlanma, arınma ve kardeşlik olmasına rağmen; ne yazık ki insanoğlu bu güzelliği kendi iradesi ve elleriyle çirkinleştiriyor.
Sizi
bilmem ama bu bayram benim hiç tadım tuzum yok... Nasıl olsun ki, işte
çevremiz... Neredeyse harbe girdik gireceğiz. Gözler karşı cephede,
eller tetikte... Millet olarak tedirginiz. Çünkü toplumsal hafızamız
bize harplerin ne yakıcı şeyler olduğunu hatırlatıp duruyor.
Güney sınırımız adeta patlamaya hazır bir volkan...
Birbuçuk milyonu aşan Suriyeli mülteciler ise, herkesin vicdanını kanatan bir insanlık dramı...
Türkiye,hızla bir girdabın içine itilmeye çalışılıyor. Bereket, sağduyu ve aklı
başında adımlar atılıyor da, yok yere bir belanın içine yuvarlanıp
durmuyoruz.
Erzurum özelinde de can sıkıcı günler yaşıyoruz.
Misal; Karadayı ile belediye arasındaki sorun hala çözülebilmiş değil.
Dolayısıyla yüzlerce hak sahibinin mağduriyeti devam ediyor. O insanlar
da gülmek eğlenmek isterlerdi ama canları yanıyor.
Hasılı hiç de bayram havasında değiliz.
Buna rağmen yine de umudumuzu yitirmeyelim ve bayramların bayram gibi kutlanacağı günleri temenni edelim.
Fakat
bunu dilerken de hem fert bazında hem de toplum ve kamu hayatı bazında
herkes adalete sarılmalı ve hukuktan yana tavır almalıdır. Çünkü
görüyoruz ki adalet tahakkuk etmeyen toplumlarda düzen de barış da yok.
Evrensel
hukukun en temel kurallarından biri de şudur: Masum bir insanın 24 saat
hapiste kalmasındansa, suçlu birisinin serbest kalması daha evladır.
Öyle
ya, masum olduğu halde suçsuz yere hapis yatan bir insanın uğradığı
manevi zararı telafi edecek bir sistem henüz kurulabilmiş değil.
Fakat suçlu olduğu halde serbest bırakılan bir kişiyi, sonradan yakalayıp layık olduğu cezayı vermek mümkün...
Birkaç
yıl önce yapılan düzenlemelerden sonra, artık ülkemizde de hakimler bu
temel kuralı göz önünde tutuyorlar. Hoş eskiden de fifti fifti
durumlarda kanaat sanığın lehine kullanılırdı ama şimdi bu durum,
hakimin inisiyatifinden alınıp, yasal zemine oturtuldu:
Kişi ceza alacak olsa bile, tutuklama en son tedbir olsun...
Yeterince uygulanıyor mu uygulanmıyor mu bahsi diğer ama en azından yasal düzenleme böyle...
İnsanoğlu
var olduğundan beri, "adalet" kavramı da konuşulmaya başlandı. Farklı
tanımlar, farklı isimler söylendi ama hepsinin sonu adalete çıkıyordu.
Günümüzde de öyle... Afrika'da başka, Asya'da başka kelimelerle izah
ediliyor olmasına karşın, herkes en az hava ve su kadar adalete de
ihtiyaç duyuyor.
Çünkü adaletin olmadığı yerde kaos, anarşi despotizm, katliam ve kısaca her türlü insanlık dışı eylem vücuda gelebiliyor.
İbn-i
Haldun, meşhur Mukaddime'sinde, devletlerin hayatlarına ömür biçerken,
adaleti en öncelikli kavram olarak başa koyup ve özetle şöyle diyor:
"Bir
devlet ki şayet adaletle ve hak üzere amel etmiyorsa, ne kadar güçlü ve
büyük olursa olsun yıkılmaya müstahaktır. Zulümle abat olan hiçbir
devlet iki yüz bilemedin üç yüz yıldan fazla ayakta kalamaz."
Devletin de, toplumun da, ailenin de temeli adalettir.
Hikaye, Osmanlı'nın başucu hukuk kitabı olan Mecelle'de, içtihat babında anlatılmaktadır:
İdam
mahkumu bir kişi, infazının yapılması şartıyla bu kıyıdan karşı kıyıya
gönderilecek. Bu işle görevli kayıkçıya teslim edilen eli ve ayakları
bağlı idamlık kayığa bindirilip, yola çıkarılıyor. Kayık karşı kıyıya
varamadan, denizde müthiş bir fırtına kopuyor. Kayıkçı bakıyor ki, kayık
parçalanacak ve ölecekler. O anda kendi kendine şu yargıya varıyor:
Bu
fırtınadan her ikimizin de kurtulması olası gözükmüyor. Kaldı ki, eli
ayağı bağlı olan bu adam zaten kıyıya varır varmaz idam edilecek.
Dolaysıyla ben onu bırakıp, kendimi kurtarayım...
Öyle de yapıyor...
Eli ayağı bağlı olan idamlık mahkumu öylece deli dalgalara terkedip, kendini kıyıya atıyor.
Fakat ne var ki hukuk kayıkçı gibi düşünmüyor:
O
idamlık adam asılmadan önce, hem de son anda ya masum olduğu
anlaşılırsa... Bu sebeple mahkum taşıyıcısı kayıkçının "nasıl olsa
asılacaktı" şeklinde bir mantık yürütüp, idamlık da olsa bir kişinin
ölümüne seyirci kalması, şiddetli biçimde cezalandırılıyor.
Harp
felsefesinin yazılı olmayan ama teamül haline gelen bir kuralına göre,
siz sipere yatmışsınız, düşman gemisi de sizin atış menzilinizde;
topunuzu ateşlerseniz düşman gemisini denizin kara sularına
gömebilirsiniz.
Tam bu sırada muhabere size, gemide masum bir
insanın bulunduğunu bildiriyor. İşte yazılı olmayan o kurala göre, siz o
gemiye ateş eder de batırsanız, kahraman değil, "katil" olursunuz.
Adalet kişilerin insafına terk edilemeyecek kadar önemli olmakla beraber, taşıdığı mana açısından da evrensel bir değerdir.
Hemen
her gün televizyonlarda öyle olaylar görüp, öyle haberler okuyoruz ki,
"Türkiye nereye gidiyor?" demekten kendimizi alamıyoruz.
Kim güçlü ise, o kendi anladığı hak anlayışını egemen kılmanın derdinde...
Bir şekliyle ayakta kalmaya çalışabiliriz; ama adalet yoksa bütün bir toplum mahvolmuş demektir.
Güçsüz vatandaş ise, tecelli etmeyen adalete isyan edercesine ya kendisini yakıyor, ya da aklını kaybediyor.
Biraz cesur olanlar da tepkilerini ya ayakkabı fırlatarak, ya da yumruk atarak gösteriyorlar.
Haksızlıklarını kolluk kuvvetlerinin copuna dayanarak hakim kılma derdindekiler bilmiyorlar ki, zulüm ebedi olmuyor.
Çok klasik ama son derece yerli yerinde bir söz:
Adalet herkese lazım...