“Dâr-ı dünya bir müzeyyen hânedir,
Nakşına aldanmamak merdânedir.”
Bir türkünün satır başlarıyla
Dönüp durur başımın üstünde
Hüzün kuşları
Her biri bir isyanın habercisidir
Sağnak sağnak yağarlar
Gecenin siyahından yeryüzüne
Tepkisizliğimize inat
Duygusuzluğumuza inat (İ.B)
Hayatımızı sevinçten, mutluluktan ziyade, hüznün yönlendirdiği bir hakikat... Zira o anlarımız bize, hayatın diğer yanları hakkında daha çok mesaj veriyor; güzelliklerin daha çok farkına varmamızı sağlıyor belki de... Başka zaman hiç umursamadığımız görüntüler, durumlar; bu anlarımızda daha bir önem arz eder, daha çok öne çıkar, onları ilk defa görüyormuşuz zannını uyandırır bizde.
İçinde sevginin anlatıldığı yazının, hayatın güzel yanlarını gözler önüne seren şiirin; bir yanı hüzne dayandırıldığında, anlatılmak istenen daha bir etkileyici, daha bir düşündürücü, daha bir akılda kalıcı olur. Güzelliğini, iz bırakıcılığını ve dahi sanat olma vasfını adeta hüzünden alır bütün bunlar…
Zaten sevinç üzerine yazılmış kaç şiir, kaç yazı gösterebilirsiniz ki? Dedik ya! Onların bile bir yanından hüzün ses veriyordur, kendini gösteriyordur alttan alta... Şairin de dediği gibi;
"...
Bir boşluğa düşersin bir boşluktan
Birikip yeniden sıçramak için
Elde var hüzün" (Atila İlhan, Elde Var Hüzün'den)
Halbuki; görünüşte daima sevince dönüktür yüzler ve daima onunla olmak ister yürekler... Peki taşımasını bilirler mi sevinci, böyle bir arzunun sahipleri... Ve onun tek başına bir şey ifade etmediğinin ne derece farkındalar acep, hep onunla olmak isteyenler? Yani "sevincin ve hüznün" arasındaki birbirini etkileyen ve olması gereken bağdan, ne kadar haberdarlar? "Her şey zıddının varoluşuyla bir anlam ifade eder." diye söylenirken, "taşımayı öğrenmeden" sevinci kapışmak niye?
".....
Sevinci kapıştılar taşımayı bilmeden,
Şimdi bilen yok, nerede oturuyor.
Köyün delisi Hüzün, yalnız kaldı yollarda
Adam-adam, sınıyor, arıyor yoldaşını..
Kıskandıran özlemi, yüzünden okunuyor. " (Özdemir Asaf, "Sevinç Ve Hüzün'den" )
Güneşli, cıvıl cıvıl bir günde eline kalemi alıp, şiirin efsunlu dünyasına katkılar yapmak zordur. Ama, yağmurun şairane yağışı, havadaki kapalılık, şiire âşinâ olmayanları bile şair eder adeta... Duygu dünyaları ne kadar sığ olsa da, onlar bile kendince bir şeyler söylerler bu manzara karşısında...
Zira, her yağmur tanesi, duygu dünyamızı canlandırır, hareketlendirir, mâzideki günleri yâdımıza getirir, yüreğimizin gizli köşelerindeki acılarımızı tazeler. Uzak zamanlarda kalmış yağmurlarda yaşadıklarımız üzerinde yeniden düşünürüz. Kalbimiz o günün heyecanıyla çarpar; birilerine kahreder, birilerini güzellikle anarız. Boşa harcadığımız zamanlar, ağlayışlarımız, kavgalarımız, pişmanlıklarımız, hayatımızın heder ettiğimiz yanları bir kere daha vurur bizi... Bu arada, bir su gibi parmaklarımızın arasından kayıp giden ömrümüzün boşa harcadığımız bölümlerine yanarız da yanarız.
Bütün bunları, duygularımızı kamçılayan, hüzünlü ve şairane bir yağış başarabilir.
İnsan belki de hüznün çocuğu olduğu içindir ki; doğarken gözyaşları eşlik etmektedir ona. Hüznünü beraberinde getirmektedir dünyaya; tıpkı kendi doğuşu gibi...
Gün geçer, hüzün büyür; insan insan olur. Örseler onu hüznü, değiştirir, olgunlaştırır. Yaşadıklarını anlamlandırmasını öğretir. Kupkuru görünenler, hüznün eli değince, bir anda insan olduklarının farkına varırlar.
Tabii ne kadar paylaşılırsa paylaşılsın; son noktada herkesin hüznü kendine. Ne var ki yine de, hüznün bir cendere gibi bizi dört bir yandan sardığı anlarda, çektiğimizi tek bir yüreğin kaldıramayacağını görür ve belki de şair gibi söyleriz:
“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım,
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.”
Yağıyor; gönül sitemini gözyaşına gömenlerin üstüne hüzün... Geçiyor turna katarı gibi üstümüzden hüzün... Kanat çırpıyor; mahzunluğun mahkumu yüreklerin başında hüzün... İnce zamanların garip sevdalarına, adları efsaneleşmiş âşıklarına selâm götürür hüzün... “hüzün ki en çok yakışandır bize / belki de en çok anladığımız “ diyen şairi (Hilmi Yavuz) tebrik etmemek mümkün mü?
Hüznün anlamlandırılışını terkettiğimiz için, sevgilerimiz yarım bugün... Dostluklarımız, matemlerimiz, paylaşımlarımız yarım; hep yarım... Hüznü derinliğine değil, yüzeysel yaşadığımızdan; sanatımız, şiirimiz, musikimiz hep yarım. Bunlar yarım olduğu içindir ki, hissedişlerimiz, kavrayışlarımız, arayışlarımız yarım. Onun içindir ki; gün geçtikçe basitleşiyor; basitliğe doğru gidiyor düşüncelerimiz, beğenilerimiz.
Ve yaşadığımız da, işte böylesine yarım yamalak bir hayat... Okunulmayan, anlamak için çabalanmayan, üzerinde düşünülmeyen; telaşlar, tereddütler, endişeler içinde, yarını belirsiz bir hayat...
İncelikler otağından bir ses yükselip, bize hayatın ne olduğunu yeniden kavratıncaya kadar, bir köşede bekleyecek bizi hüzün...
Soyutladığımızda hüzünden ve çağrışımlarından kendimizi ve değerlerimizi, geriye ne kalır? Ne kalır; hüznü ayıklanmış hayattan ve aşktan geriye? Acısı olmayan biber, ne kadar biberdir? Onun haz veren acısına katlanmak değil midir hüzün?
Genç yaşında yoldaş edindiği hüznün adını şiir vadisine yazdırdığı ve kalp gerçeğinden haber verdiği, hemşerimiz İlhami Çiçek’e ait şu mısralar, aslında konuyu özetlemektedir:
“Yalnız hüznü vardır kalbi olanın/ hüzün öylece orta yerdedir”
Ulaştığımız bütün duraklarda hüzün peşimizi bırakmıyor. Hep bir bahaneyle karşımıza çıkıp, bizi kendinden söz etmeye mecbur ediyor. Hatta onun; devamlı bir telaş, bir koşuşturma, bir çaba içinde olan bizden, hep bir adım ilerde olduğu da söylenebilir.
Zamanlı zamansız karşımıza çıkma ihtimali çok kuvvetli. O halde hazırlıklı olmak gerek; ama nasıl? Belki ancak kendimizce, gelişinden ya da geldikten sonra teselli mekanizmaları üretmemiz mümkün... Ama o; yani "hüzün" hayatın içinde, hep yanımızda, karşımızda ve de önümüzde...
Çünkü;
Gönüllerimiz yangın yeri... Bir ayağımız sıla, öteki gurbet... Gurbetteyiz ve garibiz.
Çünkü; "Bir nöbet bu. Tuttuğumuz hep odur. Dilimizde bir segâh melodi: Dönülmez akşamın ufkundayız." ( Özkan Yalçın, Yedinci Şehir, s.47)
Hüzünlenmek için fazla sebep aramaya gerek yok. Daha ne olsun? Ülkeme ve şehrime bakın; ne demek istediğimi hemen anlarsınız. " ....çınar dalı yerinde kavak ağacı, lâle sekilerinde sarımsak, turna yuvalarında saksağanlar tüner olmuş.
Sabah rüzgârı mı dediniz, zaman zaman, çürümüş soğan kokuyor. Oysa bir kentin yarası, ince ve uzun parmaklara dökülen; uzun ve ince fikirlerle sarılır.
Affet bizi ey şehir, ki fikrin fakiriyiz."
Hüzün hakkında hiçbir fikri olmayanlar bu yazıyı okumasın.
Zaten;
Hüznü olmayanın neyi olur ki?