Bizim kuşak gazeteciler mesleğe başladığında, Atatürk Üniversitesi’nin rektörü Hurşit Ertuğrul’du.
Ondan öncesini ya okuyarak öğrendik, ya da büyüklerimizden dinledik…
Misal; “efsane rektör” Kemal Bıyıkoğlu’nun “koltuğunun yakılması” olayını dinleyerek öğrendik, çünkü o vakaya dair elimizde ciddi bir yazılı kaynak yok.
Hurşit Hoca, uzun yıllar rektörlük yaptı. Görevinin en netameli dönemi ise, 1980 ve sonrasına denk gelmişti.
Belki bir militarist değildi, ama kabul edelim ki sivil, demokrat, hukukun üstünlüğüne iman etmiş ve üniversitede her görüşte hocanın barınmasına da müsamaha gösterecek bir formatı yoktu.
Dürüst, beyefendi ve sessiz biriydi.
Fakat konjöktür icabı da, askerin emrindeydi.
Ne demek istiyorsun, diye soracak olursanız sadece şu küçük örneği verelim:
“Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Nerede görülürse ezilmelidir.”
Bu vecize(!), Atatürk Üniversitesi’nin girişinde yazardı ve herkesi kendince terbiye etmeyi amaçlardı.
Amerika’nın “Yeşil Kuşak” projesinden kalma bu emredici vecize, Hurşit Ertuğrul’un rektörlükteki alamet-i farikasıydı.
Bugün nasıl ki, “Ergenekon” diyen yanıyorsa, o gün de komünizm, tutanı kül ediyordu!
Derken şartlar değişti. Türkiye, şu günlerde eceliyle mi öldü, yoksa zehirlendi mi şeklindeki tartışmayla yeniden gündeme gelen merhum Turgut Özal sayesinde, (kıyısından da olsa) demokrasiye geçmişti. O cılız rüzgar bile tüm toplumda öyle bir kabul gördü ki, hayatın her alanında olduğu gibi, üniversitelerde de, sivil apoletlilerin etkisi kırılıyordu.
Yani artık Hurşit Hoca dönemi kapanıyordu.
Dolayısıyla Ahmet Çakır gibi, kraldan çok kralcılar da, sahneye veda ediyordu.
Atatürk Üniversitesi’nde yeni bir dönem başlamıştı.
Ve bu yeni dönemin baş mimarı da Erol Oral’dı.
Her ne kadar öncesinde Hurşit Ertuğrul, Erol Hoca’yı mühendislik fakültesine dekan atamıştıysa da, Oral ile Ertuğrul arasında fikren ve zikren çok kalın bir hat vardı.
Medya anında hazır kalıp manşetleri çaktı:
“Atatürk Üniversitesi medrese oldu, rektör de müderris.”
Erol Hoca iki dönem rektörlük yaptı ve bu sürede üniversite ile halk arasındaki yüksek duvarları yıkıp attı. Buna rağmen birilerinin gözünde Hoca hep, “mürteci” ve “irticanın başı” olarak görülmek istendi.
Üniversitenin kırkıncı yılı nedeniyle düzenlenen etkinlik ile Kırkıncı Hoca arasında öyle akla ziyan bir rabıta kurulmuştu ki, sanki Erol Hoca üniversitenin kuruluşunun kırkıncı yılını, nurcu Mehmet Kırkıncı Hoca’ya adamıştı!
Erol Hoca, çok güç şartlarda ve ağır YÖK baskısına rağmen iki dönem rektörlük yaptı ve Atatürk Üniversitesi gemisini kayalıklara çarptırmadan limana yanaştırmayı başardı.
Devir değişmişti; artık rüzgar “ulusalcı”, “laik” ve “tavizsiz Atatürkçü”lerden yana esiyordu.
Yaşar Sütbeyaz, “Bu tanımladığınız görevin adamı tam da benim” diyerek yola çıkmadı elbette ama ibre O’nu işaret etmişti ve mühür artık Sütbeyaz’daydı.
Beklendi ki, Atatürk Üniversitesi’nde “dindar hoca” kıyımı yapılacak, cemaat mensupları tasfiye edilecek, “Allah” diyenler arka plana atılacak.
Bazı çevrelerin Yaşar Sütbeyaz’dan bekledikleri tam da böyleydi…
Ama Hoca, o beklenti içinde olanları öyle bir ters köşeye yatırdı ki, ne kıyım yaptı, ne de “Allah” diyenlerin hakkını gasp etti. Bilakis, üniversitenin bilime, araştırmaya ve yurtdışında iz bırakmasına önem verdi.
Tabii ki üniversiteye, “medrese” denilmesine de izin vermedi.
Yaşar Hoca, Erol Hoca gibi bazı noktalarda ileri derecede hassasiyete sahip bir hoca değildi ama kimseyi de inancından ve itikadından ötürü giyotin altına yollamadı.
Şayet O, tam da YÖK’ün kendisinden beklediği gibi, “geniş bir temizlik” yapmış olsaydı, kimsenin kuşkusu olmasın ki, bugün Atatürk Üniversitesi’nde ne bir cemaatçi hoca, ne de tarikatçı biri kalmış olurdu.
Yaşar Hoca da, tıpkı Erol Hoca gibi iki dönem rektörlük yaptı ve koltuğu, tıp fakültesinde öğretim üyesi olan ama aynı zamanda işinin ehli olan Hikmet Koçak’a devretti.
Hikmet Hoca, rektörlük koltuğuna oturduğunda, 28 Şubat Süreci’nin etkisi yüzde doksan oranında kırılmış olmasına rağmen, yine de bazı çevreler Hoca’nın gönül birlikteliğinden ötürü, yaftayı peşinen asmıştı:
“Atatürk Üniversitesi Kırkıncı’nın tekeline girdi!”
Hikmet Hoca, geride kalan görev süresi içinde ciddi manada düzgün işler yaptı ve Atatürk Üniversitesi’ne tarihe geçecek mevziler kazandırdı.
Mütevazı ama bilgili…
Sakin ama işine hakim…
Medyatik değil ama başarıları basında çarşaf çarşaf yer aldı.
Adil bir yönetici…
Başarıyı ödüllendiriyor, başarısızlığı tasfiye ediyor.
Üniversiteyi kimsenin veya bir zümrenin “arka bahçesi” yapmadı, sırf bu yüzden de kimileri O’na fena halde kaşlarını çattı.
Dün Hoca’nın rektörlükteki süresi doldu ve hocalar yeni rektör için sandık başına gitti. Bu yazı kaleme alındığında sonuca dair bir bilgi ulaşmamıştı. Ama gördüğüm odur ki üniversite mensupları ikinci defa Hikmet Hoca diyecekler…
Hiç kuşku yok ki rakibi Ömer Selim Yıldırım da, çok kıymetli bir hemşerimiz…
Kendisi ile birebir ilişkim olmadı; bu yüzden aday olduğunda küçük bir araştırma yaptım. Orada gördüm ki, Ömer Hoca, çevresinde son derece sevilen, sayılan dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla nam yapmış bir kişi…
Rektör olsa bu işi layıkıyla yapacak çapta bir ilim adamı…
Ömer Hocam, bana gönül koymayacaksa eğer ben bu seçimde peşinen ihsası reyde bulunmak istiyorum:
Hikmet Hoca, ikinci dönem de rektörlük koltuğuna otursun. Böylelikle hem yarım kalmış işlerini tamamlar, hem de ustalık döneminin ürününü bütün şehir olarak elde etmiş oluruz.
Ömer Hoca, genç bir arkadaşımız. Bu dönem olmasa bir dahaki dönem seçilir.
Niçin olmasın?
Fakat Hikmet Hoca bir dönem daha olmalı…