At arabasının ve faytonun çok olduğu dönemlerde, atı hastalanan sürücü
at terleyip iyileşsin diye akşamdan hamama götürüp bırakır, sabah gelip
alırmış.
Atı hastalanan bir faytoncu akşam atını Tahta Hamam'a getirir, görevliye sabah gelip alacağını söyler, atı teslim eder ve gider.
Görevli sabah nöbetini devredeceği arkadaşına içeride atın olduğunu söylemeyi unutur.
Sabah
ilk müşteri hamama gelir, peştamalını takıp içeri girer, yıkanmaya
başlayıp başını sabunladığı zaman içeriden birden tıkır tıkır bir sesin
geldiğini duyar, sabunu gözünden silince karşısındaki atı görür,
hamamlarla ilgili anlatılan cin hikâyelerinin yaptığı çağrışımla müthiş
bir korkuya kapılır ve peştamalla birlikte hamamdan dışarı kaçar.
İlk fotoğrafçı ile tanışmam yine Yavuzer Sokak'ta kaldığımız zamanda olmuştu.
İlkokula yazılmam için fotoğraf çekilmem gerekiyordu, meydanın Salih Kavaz Sokağı'na bakan tarafında bir fotoğrafçıya gitmiştim.
Fotoğrafçı
gözlerimi yummamamı söylediğinden, gözlerimi öyle açmışım ki ilk
vesikalık fotoğrafımda gözlerim fazla açılmış çıkmıştı.
Kar lapa
lapa yağıyordu, sobamızın ısıttığı odamızda yatarken gece bir köpek
havlaması beni epeyce korkutmuş, yorganın altına saklanarak bu korkumu
atlatmaya çalışmış, birkaç gündür devam eden bu endişeli gecelerde
köpeğin gelip annemi babamı yiyeceğini kurgulamış, nasıl da kâbuslar
görmüştüm.
Bu halim anamın gözünden kaçmamış, ertesi gece babam
beni elimden tutarak her akşam rüyalarıma giren köpeğin yanına
götürerek, korkunun üzerine gidilerek yenileceğinin dersini bana
vermişti.
Buna benzer bir korkuyu da Gülahmet Caddesi'nde evinde
ölü bulunan bir şahsın yerde yatan cenazesini küçük bir pencereden
gördüğüm zaman yaşamıştım.
Erzurum'da çocuklar bir ölüm haberi duyduklarında "Ölü ölmüş" derler, bu kelime halen daha kullanılmaktadır.
Sokağımız
oldukça renkliydi, Ağır Bakım'a giden araçlar ile Palandöken Un
Fabrikası'na giden at arabaları bizim sokaktan geçerdi.
Bir gün Chevrolet marka sokağa gelmiş, yaptığı anonsla etrafına hanımları toplamıştı.
Adam
beyaz bir toz çıkarıp evlerin önündeki sal taşlarına döküp, ev
hanımından aldığı bir kova su ve süpürge ile bu tozu köpürtüp güzel bir
tanıtım yapmıştı.
Mahallenin hanımları ilk defa gördükleri bu toz
deterjandan oldukça etkilenmişlerdi, satıcı istediğini almış, bende ilk
defa deterjanı görmüş oluyordum.
Mahallede hali vakti yerinde olanların yanında fukara evlerde bulunurdu.
Hacı Mirza Sokak'taki bu fukara evlerinden birinde düğün vardı.
Çocuk
merakımızdan dolayı düğüne bakmak için bu eve gittiğim de teneke çalıp
eğlenen hanımları görmüş, mutluluğun parayla ilgili olmadığının
gerçeğini yıllar sonra anlamıştım.
Balyoz Sokağın Dumlupınar İlkokulu'nun önünden başlayan girişinde Mehmet Damgacı'nın taş konağı bulunuyordu.
Bu
evde yakın zamanda tarihten silindi, bu evden yukarıda ise kadim dostum
Doç. Dr. Erol Kürkçüoğlu'nun dedesi Mehmet Bumin'in üç katlı evi yer
alırdı.
Hatıralarım arasında dolaşmak, kaybettiğim yıllarımı
tekrar yaşamak düşüncesiyle ara sıra mahallemize gider, etrafı dolanır,
hüzün ve sevinç içerisinde gezer dururum.
İşte böyle bir günde
kadim dostum Ender Narmanlıoğlu ile Fabrika Sokak'tan Balyoz Sokağa
gelince annesinin himayesindeki bir kuş yavrusu ayağımızın altına düştü,arkadan bir kedinin yıldırım hızıyla geldiğini görünce hemen yavruyu
elime aldım ve kediyi kovaladım.
Belli ki yavrunun annesi kediden yavrusunu koruyamayacağını anlamış ve bizim ayağımızın altına yavruyu bırakmıştı.
Elime aldığım yavruyu ne yapacağımı düşünürken, bacada çamaşır asan bir abla gözüme çarpmıştı.
Kendisine
olayı anlatıp kuşu annesine teslim etmemiz gerektiğini, ama yolumuza
gideceğimizi bildirdikten sonra, ablanın "Gardaş, siz yavruyu bana
verin, bacada ben onun anasını bulurum" demesi bizi rahatlatmış, mahalle
kültüründen bir örneğini görmemiz bizi daha mutlu etmişti.
Mahallede eskiden eser kalmamış, diğer mahalleler gibi sanki savaştan çıkmış gibi bir görüntü var.
Muhafaza edilmesi gereken Erzurum evlerinin büyük kısmı yıkılmış, kaybolmuş kalan birkaç evde zamana direniyor.
Mahalle kültürünü yansıtan küçük kırıntıların dışında bir şey kalmamış.
Ne Çerkezler nede Acemler artık yoklar.
Palandöken Un Fabrikası da mahalle gibi sessizliğe bürünmüş, sanki de "Hey gidi günler hey" diyor.
Leylak
ağaçlarının süslediği bahçelerden eser yok, tarih ve kültür kokan
sokaklar mahzun, sokaklara can veren aileler bir bir Erzurum'u terk edip
gitmişler.
Sokakta bir zamanlar Eskicilerin; "Çay bardakları,
Çay tabakları, Su bardakları, Şeker tasları, Çamaşır mandalları
eskiyinen, misinen, bakırınan değişir" diye yankılanan sesleri bile
özlenir olmuş.
Çürüklük Sokak'ta iki çocuğun kızak kaydığını görünce yanlarına yaklaşıyor, onlarla sohbet ediyorum.
Kızağa
oturuş şekilleri aynı bizim çocukluğumuzdaki gibi, sağ tarafa yatıp
elleri ile kızağın önünü tutuşları ve sol ayağı dümen olarak
kullanmaları, dünden bugüne kızak biniş şeklinin değişmediğini
gösteriyor.
Birinin kızağı bir hayli büyük, diğerinin ki normal
boyda, soğuktan yüzleri ve kulakları kızarmış bu çocukların soğuğa
aldırmadan kızak kaymaları, sokaklarımızda bir kültürün daha yaşadığının
sevincini bana hatırlatıyor.
Yeğenağa Mahallesi'nde; Balyoz,
Yavuzer, İbanağa, Çürüklük, Hacı Mirza, Salih Kavaz, Fabrika gibi sokak
levhaları yerinde duruyor olsa da sokakların ruhu ve heyecanı asla
hissedilmiyor.
Mahalle kültürü ise birkaç kişinin hafızasında kalan güzel hatıralarda yaşatılmaya çalışılıyor.
SON