Sayafamı ziyaret edip, okuma zahmetinde bulunan ve her birine saygı duyduğum hiçbir misafirimle asla söz dalaşına girmem.
Bunun nedeni de 'insanım' diyen her insanın düşüncelerine ve eleştirilerine katılmasam da saygıya değer olduğuna inandığımdandır. Bu eleştiri veya hakaret belirli bir özne olarak şahsıma yöneldiğinde ise ne saygım kalır ne de nezaketim; ama yine susarım. Sadece, nerede hata yapıyorum, diye düşünür belki biraz da üzülürüm.
Düşüncelerimi sorguladığım ve kendimi yargıladığım elbet olmuştur. Ancak her sorgulama ve yargılama eyleminden sonra fikrimin ne kadar fiyakalı olduğuna bir kez daha inananarak yoluma devam etmişimdir.
Dünya görüşümü daha önceki birçok yazıda açıkça söylediğim için bilenler bilir.
Her ne olursa olsun, yediğim kaba tükürdüğümü, yüzüne güldüğüm kişinin ardından sövdüğümü ne gören olmuştur ne de duyan!.. Bunlar da benim ilkelerimdir; bu da böyle biline!
Ve biline ki; insanı, giyimi ve tercih ettiği saç ve sakal şekli ile yargılayarak ve bir bireyi belli bir kalıba sokarak onun kim olduğuna karar veren ilkel bir tezi tartışacak kadar salak değilim.
Bizler insanın fikrine ve yüreğine bakmaya inandığımızdan olsa gerek, bu tür düşüncelere gülerek geçeriz. Bir de eşeğe altın semer vursan da özünün değişmediğini, adamlığın da usturayla kesilmeyip, makasla biçilmediğini bildiğimiz için, pek de önemsemeyiz.
Her neyse!.. Şu birilerine fena batan MİLLİYETÇİLİK sözcüğünün tanımına gelin hep beraber bakalım.
TDK der ki (gerçi TDK'nın açılımının ilk harfi Türk olduğu için birileri bunu da kabul etmeyebilir) Milliyetçilik; "Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyden üstün tutma anlayışı, ulusçuluk."
Yani ulusalcı olmak, yaşadığın milletin bir bireyi olarak o milletin çıkarlarını savunmak o kadar da kötü birşey olmamalı, değil mi!
Bir İngiliz, İngiltere'nin; bir Yunan, Yunanistan'ın, bir Fransız, Fransa'nın çıkarlarını savunurken bir Türk'ün Türkiye'nin ve milletinin çıkarlarını savunması ve de bunun için düşünce üretmesi, karşı düşüncelere karşı durması çok mu ayıp!.. Yaşadığımız ve ait olduğumuz ülkede gelir dağılımının adaletsizliğine, çıkar çevrelerinin çevirdiği dolaplara karşı çıkmak; suların ve madenlerin yabancı şirketlere satılmasını ve onlar tarafından işletilmesini kınamak yasak mı oldu!
Bu satırların yazarı onaylamadığı yasalara da saygı gösterip uyan biridir. Eğer, yasama organı ülke çıkarlarını savunmanın yasak olduğunu belirten bir yasa çıkartırsa, işte o zaman ulusalcı duşüncemi beynimde ve yüreğimde gezdirir, ulu orta söyleyerek bu yasayı çiğnememeye ben de dikkat ederim.
Bir de bundan önceki yazımda, "alfabeniz tedavülden kalkmadan yazın," demiştim. Halt etmişim bunu söylemekle... Kullandığımız alfabenin latin harfleri olduğunu unutmuşum!.. Ne kadar ayıp!
Bunu birkaç dostum telefonla arayarak hatırlattı. Kendilerine izah ettim, bir kez de üşenip aramayanlara ve aklına takılanlara söyleyelim.
Göktürk, Uygur ve Arap alfabelerini kullanan köklerimizi unutmadan, Türkçe'ye ses uyumu bakımından en uygunu olan latin harflerini kullanmaya 1928'de kabul edilen bir yasayla başlamışız. Ve buna da 'Türk Alfabesi', tanımı yerine, daha doğru olduğunu düşünerek 'Türkçe Alfabe' demişiz. Yani benim kullandığım cümlede aslında Türkçe ima edilmiştir. Evet, ayıp etmişim; odun kafalı olduğumdan dolayı ne yazık ki herkesin bunu anlayamayacağını düşünemedim.
Bu arada âkıl adamlar tayfasında bulunan Orhan Gencebay abimiz, gittikleri bazı yerlerde pek iyi karşılanmadıklarını ve kendilerinin itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını söylemiş. Gerçekten buyük haksızlık!.. Türk Bayrağı'nı, Türk kimliğini ve Mustafa Kemal'i itibarsızlaştırmak dururken, olacak şey mi bu!
Bence gittiği yerlerde "Batsın bu dünya... Kula kulluk edene yazıklar olsun..." Deseydi, belki tepki değil, yine alkış alırdı.
"İnsan eşittir insan" felsefesinden asla vazgeçmeyen ve vazgeçmeyecek olan Ömer Nazmi, karşısında durmadan, "ben İngiliz'im, ben Fransız'ım, ben Alman'ım... " diyenlere kısık bir sesle de olsa "ben de Türk'üm" diyor artık!
Ayıpsa ayıp!