Bilindiği gibi hem uzun hava türü türkülerimizin, hem de kırık hava türü türkülerimizin mutlaka bir öyküsü vardır. Ancak bu öykülerin bazılarını biliyor, bazılarını bilmiyoruz. Bu uzun hava türü türkümüzün hikâyesi de Urfa dolaylarında geçer. "Aşkın Ne Derin " türküsü, yörede çok sevilen, çok okunan bir türküdür. Türkünün konusu, bizzat yaşanmış bir olayı anlatır; şahitlerinden bazılarının hâlâ hayatta olduğu bilinmektedir. Bu türkü Urfa civarının toplumsal özelliğini güzel bir şekilde sergiler niteliktedir.
Geçmiş yıllarda, Urfa"da sözü sohbeti dinlenir, iyi yürekli, yardım sever, dost canlısı, varlıklı bir Urfa Bey’i varmış. Bey’in eşi dostu, hısım akrabası çokmuş ama uzun yıllar çocuğu olmamış. Gel zaman, git zaman, güzel bir bahar gününde, koyunların kuzuladığı, göçmen kuşların yavaş yavaş dönmeye başladığı, derelerin dupduru kar suyu aktığı günlerde bir çocuk dünyaya gelmiş. Nur topu gibi, ayın on dördü gibi, dünya güzeli bir kız çocuğu. Bu çocuk işte o beyin çocuğudur. İşte o günden sonra bey, dünyanın en mutlu, en iyi insanı olmuş. O günden sonra bu şirin, küçük kız, beyin hayattaki en büyük mutluluğu olmuş. Artık bu şirin kız, ceylan balası, beyin varı yoğu, bir tanecik ciğerparesi, kınalı kekliği, gözbebeği gibi daldan budaktan sakınılan, narin mi narin, güzel mi güzel bir kız olarak Urfa bağlarında, bahçelerinde oynar; büyür.
Büyür büyümeye ama, o büyüdükçe güzelliği bir kat daha artar. Bu güzel ceylan balası, yürekler yakıp ocaklar yıkmaya başlar. Bir salınıp gezişi, bin cefa çekmeye bedeldir. Tabii böylesine güzeller güzeli biri Urfa bağlarında gezer de, ona talip olmayan yiğit kalır mı? Beyin bu güzel kızına çok yiğitler talip olur. Dünürcüler gelir gider konağa. Ne bey ister kızını gelenlere vermeyi ne de kız bunlardan birini kabul eder. Zaten beyin niyeti de kınalı kekliğini, kendisi gibi varlıklı, namlı, sözü-sohbeti dinlenir bir bey konağına gelin vermektir... Kızımı isteyen kişi "Ağa olsun, paşa olsun, velhasıl bey kızına yaraşır bir adam olsun" diye gönlünden geçirirmiş... Bey aslında öyle mal mülk, şan şöhret düşkünü birisi değilmiş. Fakat eşi dostu, hısım akrabası, yakın çevresi onu etkileyip, böyle düşünmesine sebep olmuşlar. Özellikle de kızın annesi "Benim kızım paşalara layık. Öyle her olur olmazlar kızımı istemek için kapımızı aşındırmasın beyhude" diye de etrafa duyurmuş... Kızın aile efradı böyle düşünürmüş düşünmeye ama kız hiç de oralı olmazmış.
Nitekim bu tatlı ceylan yavrusu bir gün yine bahçede türküler söyleyerek üzüm, elma, erik toplarken yukarı bahçedeki üç beş elma ve kayısı ağacından topladığı meyveleri geçimini temin etmek amacıyla pazara götüren bir kara yağız delikanlı da eşeğin sırtında, dilinde bir yanık sevda türküsüyle şehre doğru yol almaktadır. Bu yanık, içli sesi duyan beyin kızı hemen sepeti bir kenara bırakır ve bahçenin kenarına, yol boyuna doğru koşar. Öyle aceleyle, öyle bir telaşla koşar ki eteği üzüm çubuklarına takılıp birkaç kez yere düşer. Yüzü gözü toprağa belenir ama kız aldırmadan bu inceden ince Urfa türküsünün geldiği yöne doğru koşar... Bu yumuşak, insana huzur veren, hüzün yüklü ses kızcağızı can evinden vurmuştur. Sanki bu sese yıllardır hasret gibidir. Bu türkü söyleyen yiğidi görüp tanımak ister. Varıp bahçe duvarına oturur. Yanık ses de yavaş yavaş yaklaşmaktadır. Bahçenin hemen köşesinden hafif bir toz görünür önce. Az sonra bir eşek ve onun üstünde, toza belenmiş kara yağız bir yiğit yüküyle birlikte, dünyada sanki hiç derdi, gamı yokmuş gibi o küçük toprak yolu inceden inceye tozutarak, içli bir türküyü mırıldanarak yoluna devam eder.
Oğlan kızın bulunduğu yere gelene kadar hiçbir şeyin farkında bile değildir. Oğlan kızı farkedince kız da bahçe duvarında birden heyecanlanıp telaşlanır. O telaşla saçına başına çeki düzen verirken yaşmağını (başörtüsü) bahçe duvarından yola düşürür... Oğlan eşeğini durdurur. Elindeki sepeti aşağı indirir. Kendisi de eşekten inip kıza doğru yürür. Eşarbı alıp kıza uzatır. Kız eşarbı alır oğlandan. Alır almaya ama keşke almaz olaydı. İşte o anda göz göze gelirler. Hiçbir şey konuşmadan öylece birbirlerine bakakalırlar. Adeta dilleri tutulmuştur. O an olan olmuştur. Gönülden gönüle köprü kurulmuştur. Kısa bir müddet konuştuktan sonra kimseler görmesin diye kavilleşip ayrılırlar. O geceden sonra ne oğlanın ne de kızın gözüne uyku girmez olur. Oğlan bir kaç fidanlık kuru bağına artık günde on kez gider gelir. Kız da bağı mesken tutmuştur. Artık evde kalmak onu çok sıkıyordur. Bağ yolunda gide gele gide gele konuşup söyleşirler. Oğlan iki göz barakadaki yaşlı annesini de ihmal etmeye başlamıştır. Anası oğluna "Oğlum bağa, bahçeye çok gidip gelir oldun. Hayırdır. Görmek istediğin, gönlünün istediği birisi mi var yoksa?" diye sorar. Oğlan da çok sevdiği yaşlı anasını daha fazla merakta bırakmamak için, olan biteni etraflıca anlatır... Oğlanın anası "Vah oğul vah. O kızı bize verirler mi hiç? Onun babası bey, anası hanım. Onun zengin talipleri var. Sen ne onulmaz bir derde düşmüşsün. Gel etme bu sevdadan vazgeç" diye oğluna nasihatler verir ama ne çare; oğul ne yapsın. Elde değil, gönül bu ferman mı dinliyor. Hem o sevecek hem de sevgisine karşılık bulacak da oğlan bu sevdadan vazgeçecek. Hiç olur mu öyle bir şey. Ölümüne de olsa o kızdan vazgeçmem, deyip gezer olmuş delikanlı.
Oğlanın biçare anası kara kara düşünmeye başlamış... Bu arada kız da boş durmamış; anasına böyle bir yiğide gönül düşürdüğünü kimseler duymadan anlatmış. Kızın anası da "Yavrum, kınalı kekliğim, ceylan balam, nasıl olur da, senin gibi bir bey kızı, gidip bir sefile meyil verir. Davul bile dengi dengine vurur. Sen asırlardır sürüp giden törelerimizi mi, geleneklerimizi mi bozacaksın…. Böyle bir şeyin olması hiç mümkün değil. Baban da buna asla razı olmaz, gel sen bunu bana ne söylemiş ol, ne de ben böyle bir şeyi duşmuş olayım" diye kızı vazgeçirmeye çalışır. Fakat kız zaten çok rahat büyümüş. Şimdiye kadar her istediğini elde etmiş. O bundan sonra da her istediğine kavuşacağını; anne ve babasını eninde sonunda razı edebileceğini düşünürmüş. Günlerce anasının başının etini yer. "Sen razı ol ve babama da söyle" diye gün de on kez, on beş kez anasına söyler. Nasıl söylemesin, evin içi her gece uzaklardan gelen dünürcülerle dolup boşalmakta. Kız da, babam beni ya başka birisine "verdim gitti" derse benim halim nice olur diye korkmaktadır... Kızının haline hayli üzülen ve ısrarlı yalvarmalarına dayanamayan annesi, durumu babasına açık açık anlatır. O zamana kadar biricik kızının hiçbir dediğini iki etmeyen baba, hiddetinden ne söylediğini bilmez bir halde bağırır. "Olmaz böyle şey. Nasıl olur? Bir bey kızının, bir baldırı çıplağa gelin gittiği görülmüş, duyulmuş şey midir? diye hanımına bağırıp çağırır. Günlerdir, haftalardır kapısını aşındıran dünürcüler de adamın sinirlerini çok yıpratmış zaten. Biricik yavrusunun yuvayı terkedeceğine de işte o anda iyice inanmış bir halde, istemeyerek de olsa hiddetlenir... Bu durumlardan habersiz olan genç, o zamanın adetlerine göre komşularından, yaşlı kimseleri anasıyla birlikte beyin evine dünür gönderir. Kızın babası kabul etmez. Herkese söylediği gibi onları da münasip dille gönderir. Oğlan vazgeçmez. Araya daha hatırlı kimseleri koyarak, birkaç kez daha dünür gönderir ama alınan cevap yine aynıdır. Kızın babası kararında ısrarlıdır. Bey, Nuh der de Peygamber demez. Kızın da, oğlanın da birbirlerini istediklerini bilmelerine rağmen, o duygulu, sanatkar ruhlu baba yine de "olmaz" der. Oğlanla kız bağ yolunda gizlice konuşurlar. Her ikisi de durumun kötü olduğunu, içinden çıkılmaz bir hal aldığını anlarlar. Birlikte kaçıp uzaklara gitmeye karar verirler... Karar verdikleri gibi de yaparlar. Bir gün şafakla birlikte, bağ yolunda buluşup uzaklara doğru kaçıp giderler...
Sabah olunca da durumu öğrenen bey, deliye döner. Başını taşlara çalar. Oturup düşünür, boşa koyar dolmaz, doluya koyar almaz... Bu iş onuruna çok dokunur. Saatlerce ne yapması gerektiğini düşünür. Adamlarına "Onları nerede bulursanız bulup bana getirin" diye emir verir. Adamları dağları, köyleri didik didik ararlar ve sonunda pek de uzağa henüz gidememiş olan sevdalıları yakalayıp köye getirirler. Bey deli divane olmuş. Kızı kaçmış. Hem de adı sanı bilinmedik, çulsuz birisiyle, diye etrafta söylenir olmuş. Tabii ki bunlar beyin itibarını sarsmış. Bey arından sokağa çıkamaz olmuş... Kızı zorla kaçtığı gençten alırlar. O genci de ölesiye döverler. Genç, yaşlı anasının kulübesinin önüne kan revan içinde zor gelir. Anası onun yaralarını sarıp döşeğe yatırır. Kızın babası o akşam uyku uyuyamaz. Kız da odasında gözleri kan çanağına dönmüş bir halde ağlayıp sızlar. Bey tek başına gece yarısına kadar odasında kendi kendini yer bitirir. Nihayet bu hiddet gurur ve mahvolmuşluk duygularının kafasını allak pullak ettiği bir anda, kızının odasına dalıp belindeki palayla kızını bir anda bıçak darbeleriyle yere serer. Kızın narin bedeni bir anda al kızıl kana belenmiş halde yatağın üzerine serilivermiş. Şoka giren bey, al kızıl kana belenmiş kızını kucağına alıp bahçeye götürür ve gömmek ister. Mezar yerinde kızının kana belenmiş nazik bedenine sarılır bağrına basar. Kızının cansız ve kanlara belenmiş nazik bedenini kucaklar ve gözlerinden kanlı yaşlar boşanır; hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. İşte o anda kendine geliverir. "Ben ne yaptım, ne ettim diye figan edip ağlıyor ağlıyor... Ağlamak yetmiyor yürek acısı büyük bir feryada dönüşüyor. Bir ağıt yayılıyor kadersiz kızın başında. O feryadı dağlar taşlar, kurtlar kuşlar duyup güzel kızın cenazesine koşup geliyorlar. Bu türkü işte o zamandan beri Urfa yöresinde söylenir dururmuş.
Aşkın ne derin yaralar açtı ciğerimde
Bir makbere döndü koca dünya nazarımda
(Huda bilir ki yaş kalmadı didelerimde)
Yaş kalmadı şahittir huda didelerimde
Gelen ağlar giden ağlar şu zavallı halıma (kaderime) gardaş yaralar oy oy.
Topraklara seni gömmek varmış şu zavallı kaderimde
Bir sönmeyen hicran ateşi vardır içerimde
Sen gülünle oyna, ben bu zavallı halıma
Yanar ağlar gezerim oy oy oy.......
(Yöresi: Şanlıurfa; kaynak kişiler: Zülküf ALTAN, Bahadır GÜNAY ve bibisi
Sabiha ÇİTÇİ, İlhami TATAR, Zeynel ÖLÇÜ; Derleyen: Merdan GÜVEN)
Merdan bey merhabalar. Aktarmış olduğunuz hikaye, yörede söylenen bir çok türkü için anonim bir senaryo gibidir. Aslı, ilk kadın şairlerimizden Yaşar Nezihe hanıma aittir. Yaşar Nezihe?nin iğne işiyle çocuklarına bakmaya çalıştığı bu zorlu dönem büyük bir darbeyle son bulur. Oğullarından Suat ve Sedat vereme yakalanarak kısa süre arayla ölürler. İki oğlunun açlıktan, kuru tahtalar üzerinde ölümü Yaşar Nezihe?nin yüreğinde büyük bir yara açar, eşini asla affetmez. Oğlu Sedat için yazdığı şiirinde ona şöyle seslenir : Mevtin ne derin yareler açtı ciğerimde Bir makbere döndü koca dünya nazarımda Yaş kalmadı şahittir Huda didelerimde Bir sönmeyen hicran ateşi var içerimde Topraklara gömmek seni varmış kaderimde (?) Mevtinle kapanmaz dile bir yara bıraktın Maderciğini sönmeyecek nara bıraktın Encam beni matemzed, biçare bıraktın Bir sönmeyen hicran ateşi var içerimde Topraklara gömmek seni varmış kaderimde. İkinci intihar girişimini bu dönemde yapar