Kurtuluş Savaşını kazanıp, 29 Ekim 1923 yılında cumhuriyeti ilan eden ve 24 Temmuz 1923 yılında Lozan Barış Anlaşması'nı imzalayıp, dünya sahnesine çıkan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti "Yurtta sulh, cihan da sulh" demiş, hedefini her alanda kalkınmaya ve gelişmeye yöneltmişti.
Az zamanda büyük işler başaran Türkiye Cumhuriyeti, bir taraftan imparatorluktan sırtına yüklenen duyun-i umumiye borçlarını öderken, diğer taraftan Anadolu da kalkınma hamleleri başlatmış, eğitimden- ulaşıma, sağlıktan- tarıma, muasır devletlere yetişmenin gayreti içine girmişti.
Genç cumhuriyetin bu heyecanı ,1929 dünya ekonomik krizi ile biraz etkilenmiş olsa da, inanmış kadrolar, azimle yeni projeleri hayata geçirmekten geri durmamışlar, her türlü zor şartlara rağmen hız kesmeden yollarına devam etmişlerdir.
Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, üstün bir strateji ve diplomasi uygulayarak 23 Haziran 1938 yılında Hatayı ülke sınırları içine katmış ,engin dehası ile dünyanın yakın zamanda yeni bir savaşın içerisine girebileceğini etrafına duyurmuştu.
Büyük önder, böyle bir durumda devletlerle yapılmış olan anlaşmaları güçlendirmek , ekonomiyi geliştirmek, tarafsız kalmak ve barış içinde olmak gibi önemli tavsiyelerde bulunmuştu.
Atatürk'ün 10 Kasım 1938 yılında hayata gözlerini yummasından sonra, savaş çığlıkları dünyada duyulur olmuş ve 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başlamıştı.
18 milyon nüfusa sahip , her türlü silah, araç ve gereçten yoksun olan Türkiye Cumhuriyeti için tehlike kapıya kadar gelmiş, Türk'ün son kalesi emperyalist güçler tarafından ateş çemberinin içine doğru çekilmek istenmişti.
170 000 bin askere ve 131 savaş uçağına sahip, deniz gücü olmayan, günün teknolojisine uygun silahı bulunmayan ,enerji üretimi yok denecek kadar az olan fukara bir ülkenin, dünya devleri arasındaki bu savaşa girmesi onun yok olması demekti.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve devleti yönetenler tarafsız bir politikanın izlenmesini karar altına alırken, her türlü tehlikeye karşıda ülkenin savunması için tedbirler almaya başlamışlardı.
İşte bu aşamada ,karşılaşması muhtemel bir savaş için savunma harcamaları artırılmış,1000 000 genç askere alınmış, haliyle evdeki hesap çarşıya uymamış, 1939 yılında 390 milyon TL olan harcamalar, 1942 yılında 900 milyon TL ye çıkmıştır. Manzara bu olunca mevcut bütçe açık vermeye başlamış ve hazineye gelir getirebilecek arayışlar içine girilmiştir.
Savaşın dünyayı sardığı bu dönemde, devlet; askeri harcamalara kaynak bulmak ve fiyat artışları, karaborsa, stokçuluk tefecilikle de mücadele etmek zorunda kalmıştı.
İşte bu şartlar doğrultusunda bütçeye finans sağlamak için Osmanlı döneminden beri uygulamakta olan "Yol Vergisi" iki kat artırılmış, Milli Koruma Kanunu (1940) ve çok tartışılan Varlık Vergisi Kanunu (1942) yürürlüğe konmuştur.
Olağan üstü bir dönemde çıkarılan bu kanunlara günümüz penceresinden bakıldığında, demokrasi ve hukuk kavramlarıyla örtüşmeyen çok yönlerinin olduğunu söylemek mümkündür.
1942-1943 yılları arasında uygulanan "Varlık Vergisi Kanunu " yerli vatandaşlara olduğu gibi gayrimüslim (Run,Ermeni;Yahudi) vatandaşlara da ağır bir külfet getirmiş ve bir takım trajik olayların yaşanmasına sebep olmuştur.
Yalnız şunu da unutmamak gerekir ki 65 milyon insanın öldüğü bu savaşa girmeyen Türkiye, kendi vatandaşlarını koruduğu gibi savaştan kaçıp, toprağına sığınan gayrimüslimlere de kucak açmış, onların can, mal, ve ırzlarını korumuştur.
Bilindiği üzere imparatorluğu kurtarmak için cepheden cepheye koşan Türk insanı, ticari hayatla hiç uğraşmamış, bu boşluğu ülkedeki azınlıklar değerlendirmişlerdir. Bu yüzden dolayıdır ki bu kesim olağan üstü servetlere sahip olmuşlardır.
11.11.1942 yılın da kabul edilen Varlık Vergisi'yle harp zamanında aşırı servet sahibi olanlar Müslüman(M),Dönme(D), Gayrimüslim(G), ve Ecnebi (E) olarak dört gruba ayırılmış, mal varlıkları bu şablon üzerinde tespit edilmiştir.
Kurulan komisyonlara aşırı yetkiler verilmesi, yargı yolunun açık olmaması ,yükümlülerin 15 gün gibi kısa bir zamanda borçlarını ödemesi, kanunun en çok eleştirilen kısımlarıdır.
Bu kanuna göre , haklarında vergi çıkarılan mükelleflerden ilan tarihinden itibaren bir ay içerisinde borçlarını ödeyemeyenler bedeni kabiliyetlerine göre, genel veya belediye hizmetlerinde çalıştırılacak, bedenen çalışan mükelleflerin günlük yevmiyelerinin yarısı da borçlarına sayılacaktı.
Komisyonların varlık üzerinden tespit ettikleri rakamlar açıklanınca, bir gün önce görkemli bir yaşam içinde olanlar büyük bir hayal kırıklığına uğramışlar, kimi elinde avucun da ne varsa paraya çevirip borcunu ödeyebilmiş, kimi ise salınan vergileri ödeyecek gücü bulamadığından, bedenen çalışmak için Aşkale yolcusu olmuştur.
Hanlar, iş yerleri, yalılar, fabrikalar, imalathaneler, eşyalar, ne varsa haraç mezat satılığa çıkarılmış, mallar değerinin çok altında alıcı bulmuş, özetle birileri mal varlıklarını kaybederken, birileri de kelepir fiyatlarla servet sahibi olmuşlardır. Bu durum ileride Varlık Vergisi için ekonomiyi Türkleştirme operasyonu olarak yorumlanmıştır.
Borcunu ödemeyen gayrimüslimlerin zorunlu çalışacakları yer ilk önce Aşkale daha sonra Erzurum ve Sivrihisar olarak belirlenmiştir.
Vergisi 50 000 TL ve üzeri olanlarla, vergisinin %30 'unu ödemeyenler, ilk önce İstanbul ,Sirkeci ve Moda da bulunan toplama kamplarına alınmışlardır.
DEVAM EDECEK...