Yüzlerce PKK’lı
hükümlü, tam da ölümün kıyısına gelmişti ki, İmralı’dan can simidi
atıldı ve bir anda beklenen o kurtuluş gerçekleşti!
Yerseniz eğer iyi numara…
Tamam;bütün bu olup bitenler tehlikeli bir oyun olmuş olsa da, yine de
kimsenin ölmemiş olması, elbette ki sürecin tek güzel tarafıdır.
Lakin bu sürecin ciddi bir analizi yapılmalıdır.
Misal; sonuçta kim ne kazandı, kaybeden kim oldu?
Bu soruya cevap ararken önce son bir yıla göz atmamız gerekiyor.
Şöyle ki:
Devlet
veya Türk halkı nasıl düşünürse düşünsün Apo, kendisini Kürt halkının
lideri olarak görüyor. Bu, 30 yıl önce de böyleydi, şimdi de…
Ve
işin en can yakıcı yanı ise, Apo’nun bu düşüncesine paralel bir taban
desteği olmasıdır. Kürt halkının tamamı böyledir demek ne kadar
yanlışsa, Kürtler PKK’ya ve Apo’ya destek vermiyor demek de o denli
yanlıştır. Çünkü, bu ülkede artık PKK’yı “halk harekatı” veya “kurtuluş
örgütü” olarak gören geniş bir kitle var. Hal böyle oluca da o
harekâtın doğal lideri de Apo’dur.
“PKK’yla mücadele edilirken,
müzakere de edilir” diyen ve bu uğurda son derece riskli adımlar da atan
AK Parti Hükümeti, bir süre sonra gördü ki, mücadele tamam da, müzakere
meselesi dışarıdan görüldüğü gibi değilmiş. Çünkü PKK sanıldığı gibi
tek bir merkezden yönetilen eli kanlı bir örgüt değil ki…
Amerika’dan
tutunuzda Avrupa’ya ve nihayet de komşu ülkelere kadar, çok geniş bir
coğrafyadan destek ve emir alıyor. Hal böyle olunca, sadece PKK’yla
yapılan müzakere, iki kere ikinin dört etmesi gibi bir sonuç vermiyor.
Hükümet
bu gerçeği geç de olsa fark edince, hem İmralı’yla hem de PKK’nın tepe
yöneticileriyle görüşmeleri askıya almakla kalmadı, terörle mücadeleye
olabildiğince hız verdi.
Bu durum, bir yandan PKK’yı büsbütün köşeye sıkıştırdı, öbür yandan da Apo’nun liderlik iddiasını tartışmalı hale getirdi.
Örgüt
öyle bir çıkış yapmalıydı ki, hükümet terörle mücadelede frene
basmalıydı ve Apo’yla kesilen görüşmeler yeniden başlamalıydı.
Formül bulundu:
PKK en çılgın eylemlerini devreye sokacak.
Şayet
hükümet bu çılgın eylemlere rağmen geri adım atmaz ise, Türkiye’yi
dünya kamuoyunda güç durumda bırakacak bir adım atılmalıydı.
İşte o adımın adı, cezaevlerindeki açlık greviydi.
Önce ne hükümet, ne medya, ne sivil toplum örgütleri, ne de sokak dönüp bakmadı bile…
Ne
zaman ki, açlık grevinde ikinci ay’a girildi ve ne zaman ki Batı,
Türkiye’de neler oluyor diye yüksek sesle sormaya başladı ve ne zaman ki
toplumun hemen her kesiminden, “cezaevlerinden tabutlar çıkmasın”
şeklinde itirazlar yükselmeye başladıysa, örgüt hedefini tam 12’den
vurmuş oldu.
Çünkü maksat hükümete, Apo’nun değişmez lider olduğu
gerçeğini hatırlatmak ve kesilen müzakerelerin yeniden başlamasını
sağlamaktı.
Formül belli: Cezaevlerinde ölüm sınırına dayanan
açlık grevlerine, insani noktadan hareketle herkes müdahil olmalıydı…
Nitekim tam da öyle oldu: Sanatçısından aydınına kadar, geniş bir
yelpaze devreye girip, “Mesajınızı aldık artık bu eyleme son verin.
Bakın hükümet de anadilde savunma hakkını yasalaştırıyor” çağrılarından
bulundu.
Fakat tüm bu girişimler para etmedi.
Oyun içinde oyun olmasına rağmen…
Yüzlerce PKK’lı ölüme yatmaya kararlıydı.
Anladık ki şaka filan da yapmıyorlarmış.
İşte tam bu noktada İmralı devreye girdi.
Aylarca kimseyle görüşmeyen Apo’nun aniden kardeşiyle görüşeceği tuttu!
İki
ayı aşkın süreden beri, yapılan tüm çağrılara hatta atılan olumlu
adımlara rağmen, açlık grevini bırakmayan hükümlüler tak diye karar
verdiler:
“Açlık grevini bırakıyoruz”
Bırakmanız iyi oldu da, ama bu ani karar neyin nesi?
Cevap tek cümle:
“Önderimiz istedi, biz de bıraktık”
Vay beee!
Bakar mısınız adamın örgüt üzerindeki etkisine?
Bu kadar insan yalvardı yakardı dinletemedi, ama adam tek bir talimatla ölümle dansı sonlandırdı!
Demek
ki Apo hala örgütün tartışmasız lideri, demek ki Apo hapiste de olsa
örgütünü dilediği gibi yönetebiliyor, demek ki terörün çözümü için
müzakere edilmesi gereken tek kişi hala Apo…
Herkes mesajı almıştır artık…
Çözüm ne Kandil’de, ne de Oslo’da… Çözüm, Ankara’nın burnunun dibindeki İmralı’da!
Değil mi ki adam, tek bir cümle ile Türkiye’yi haftalardır geren ve dış dünyada sıkıntıya sokan büyük bir sorunu bitirebiliyor.
Başta
hükümet olmak üzere, herkes ikna kabiliyetinin etkisini gördüğüne göre,artık Apo’ya dönük şartlar yeniden gözden geçirilmelidir.
Göreceksiniz çok kısa süre sonra yeni şartlar dayatılacak:
-Apo’ya ev hapsi!
-Apo’ya şartsız af!
-Apo’nun Kürt siyasetinin legal temsilcisi kabul edilmesi!
-Ortak anayasa!
-Özerk yönetim!
-Resmi dil!
Diyeceksiniz ki, bunların tamamına yakını zaten bi şekilde dillendirilmiyor mu?
Evet aynen öyle; ama bundan sonra dillendirme şeklinde değil, Meclis’ten istenecek yazılı talep biçiminde olacaktır.
PKK amacına ulaştı:
Bir taşla iki kuş!
Unutulmaya terk edilen Apo’yu yeniden diriltti ve vurdukça taviz kopardığını gösterdi!
Peki ya o açlık grevi yapan hükümlüler ölseydi?
Ölsünler!
Sanıyor musunuz ki Kandil’in veya İmralı’daki caninin umurunda olacaktı?
Umurlarında olmuş olsaydı, bugüne kadar binlerce Kürt genci ölüme gönderilir miydi?
Hani yazının girişinde sormuştuk ya, “Kim ne kazandı, kaybeden kim oldu?” diye…
Söyleyelim:
Kazanan, PKK ve Apo!
Kaybeden, akıllarını ve iradelerini örgüte ipotek vermiş, yüzlerce binlerce PKK’lı…
Ya Türkiye veya hükümet?
Hayır; ne Türkiye kaybetti, ne de hükümet. Çünkü bu savaşı başlatan taraf değildiler.
Gelelim şu meşhur kundakçı itfaiyeci meselesine…
Osmanlı
döneminde, özellikle İstanbul’da zaman zaman öyle devasa yangınlar
olurmuş ki… Bir yangın çıktığında birkaç semt yanabiliyormuş. Ahali
bakmış ki bu sorun devletin aldığı önlemlerle baş edilecek bir sorun
değil. Çözümü, her mahallenin kendi itfaiye teşkilatını kurmasında
bulmuşlar.
Adına da “Tulumbacılar” demişler.
Mahallenin
büyüklüğüne göre sayısı değişen tulumbacılar, mahallenin orta yerinde
kendilerine tahsis edilen bir yerde, tulumbaları su dolu vaziyette
beklerlermiş. Eğer yangın çıkarsa anında müdahale etsinler diye…
Mahallenin biri fakir ama zaruretten tulumbacıları istihdam etmek zorunda…
Tulumbacıların
başı bakmış ki, fakir halk ödediği maaştan ötürü artık söyleniyor.
Olacak bu ya, o mahallede yangın filan da çıkmıyormuş.
Bu durumda işlerine son verilebilir. Tulumbacıbaşı çözümü bulmuş:
-Önce yangın çıkaracağız, sonra da söndürmeye gideceğiz.
Böylelikle halk bize olan ihtiyacı yok sayamayacak.
Öyle de yapmışlar.
Önce kundaklamışlar, sonra da söndürmeye gitmişler.
Bu olay, bizim hem siyaset hem de edebiyat tarihimize “kundakçı tulumbacı” şeklinde girmiştir.
Yani tam da Apo’nun yaptığı gibi…
Önce cezaevlerindeki kölelerini ölüme yatırıyor, sonra da onları ölümden kurtarıyor.
Bu trajik komedyada, bendenizin anlam veremediği tek şey, şu BDP’liler oldu.
Ne örgüt onları ipliyor, ne hükümlüler, ne de Kandil veya İmralı…
Zavallılar belki alkış alırız diye, açlık grevine başlamışlardı oysa…
Bakar mısınız sonuca, ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranamadılar.
Müslümanlar ise, zaten dönüp bakmamışlardı bile…