Evet, yazmıyorum uzun zamandır…
Dahası o kadar çok yazacak şey varken; hiçbir şey yazamıyorum…
Hiç kimse olamıyorum ben…
Sıradanlaşamıyorum işte…
Öyle anlarım oluyor ki ekmeğini tamı tamına 22 yıldır, birilerinin sırtından değil yazıdan kazanan ben; anasız- babasız, sermayesi beyni ve kalemi olan ve o kılıç gibi kalemiyle 5 kardeş büyüten ben; susa kalıyor, yazamıyorum...
Ekmeksiz, çaresiz, aç ve susuz kalabiliyorum ama; bir yazı işçisi olarak ‘hiç kimseyim’ diye sahtekarlık yaparak kendimle gurur duyamıyorum…
Bu lanet yazı işçiliği de, böyle bir erdemli virüs işte…
Derya-denizken etrafın; hiç kimse olamadığın, birey olduğun ve adam gibi adam olabildiğin için bazen ben gibi susa kalırsın böyle…
Hani; şekerin tatlı, biberin acı, Erzurum’un soğuk olduğunu bilirsin ya…!
Ve…
Mesela yine bilirsin adamların adam olduğunu da, adamların hiç kimse olamadığını…
Ve kızarsın, kendi kendine ya…
Hani vatan haini o şairin de mısralarında kendine kızdığı gibi;
‘…yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?...’
Ve eklersin ardı sıra:
Ya sevdiklerin hıyarsa…
Elma diye bildiğin tat, aslında ekşimsi çürük bir armutsa…!
Ve…
Sen, sap gibi ortada kala kalıp, tüm duruluğunla hiç kimse olamayan adam olmaya çabalıyorsan…
… Ve hayat; aslında senin hayal etmediğin kadar çirkin her kimselerle doluysa…
… Ve umutları daha taze bahar olan bir soğuk kış günü yüreğinin tüm sıcaklığını hissederek bağrına bastığın, bıyıkları yeni terlemiş yurdumda kul Mustafalar, yediğin balıkların kılcığı boğazına batmasın diye biyoloji okurken evinin önünde, yani senin başkentinin göbeğinde kalleşçe bıçaklanıyorsa…
Sen kimsin?
Bazen susmak, susa kalmak; amentü gibi gerçeği bilip de lal olmaktır…
Ben gibi işte…
Ya da sen…
İyisi mi biz susa kalalım...
… Ve kırk yıldır sırtımıza yüklediğiniz o günahlar gibi bununda vebali boynumuza kalsın!...