Antik
Roma dönemi devlet adamı Çiçero, "İhtiyarlık Üzerine" adlı
eserinde eski Atinalıların bir özelliğinden bahseder: "Atina'da ihtiyar
bir adam tiyatroya gider. Anfide
Atinalıların oturduğu bölümde kimse ona oturacak yer vermez. İhtiyar adam
Spartalıların oturduğu bölüme geçer. Onlar kendisine oturacak yer açarlar. Atinalı seyirciler Spartalıların bu
davranışını takdir eder ve alkışlarlar. Atinalılar iyilik nedir bilir ama
yapmak istemezler."
Bizler de iyiliği takdir eder, ama
yapmayız. Kötülere kızar ama karşı çıkmayız. İyiliği hep başkalarının
yapmasını, kötülere hep başkalarının karşı çıkmasını bekleriz. Bu konuda sanki bir bölünme emri gelmiştir ve
birilerine rahat ve huzur, diğerlerine acı ve ıstırap düşmüştür. Gerçek ise
biliniyor olmasına rağmen kimse dönüp yüzüne bile bakmıyor. Hiç kimse
yaptığının ya da yapamadığının hesabını yapmak istemiyor. Faturalar hep
başkalarına kesiliyor ve hesapları hep başkaları ödüyor. Ya da zorla
ödetiliyor.
"...İsteklisiyle evlenmesine
engel olan babasına bir genç kız 'Bunu ödeteceğim sana! demişti. Öldürdüydü
kendini. Ama babası bir şey ödemedi ki! Kamışlı oltayla balık tutmaya
bayılırdı. Üç pazar sonra gene ırmağın kıyısına koştu. Unutmak için
diyordu.Hesabı doğruydu:Unuttu..." ( Albert Camus, Düşüş)
Herkes ve her şey giderek
aynîleşiyor. Hayata bakış açıları ve hayattan beklentiler, yaşayışlar,
düşünüşler, bakışlar, duruşlar birbirine benzer hale geliyor ve bu benzerlikler
çoğalıyor. Orijinal fikirlere itibar edenler ve orijinal fikir ileri sürenler
her geçen gün azalıyor. Toplumu ayakta tutmanın ve değerleri geleceğe taşımanın
yolu unutuluyor ve önemi azalıyor. Heyecan yok, his yok, incelik yok, derinlik
yok, hedef yok, ideal yok, bir şeylere ilgi duyma ve bir şeyler karşısında heyecan
duyma yok. Bu keşmekeş içerisinde bir şeylerle oyalanırken, renklerimizi ve
zevklerimizi kaybettiğimizin farkında bile değiliz. Olmak istemiyoruz belki de...
Gün geçiyor ve biz "nitelik" olarak azalıyoruz.
Umursamazlığımız artıyor, bencilliğimiz artıyor, tamahkârlığımız artıyor,
harisliğimiz artıyor, düşüncesizliğimiz artıyor. Şükrümüz azalıyor, kanaatimiz
azalıyor, tevekkülümüz azalıyor, saflığımız azalıyor ve her gün bir yerlerde
bir şeyler ölüyor, yok oluyor, nesli tükeniyor. "Hayvanları koruma altına
alanlar" bunların yaşaması için hiç bir güç sarfetmiyor. Tıpkı,
İngiliz Tarihçi Edward H. Carr'ın, 'Romantik Sürgünler' adlı kitabında
bir devrimcinin yazdığı mektupta anlattığı gibi:
"Eskiden, birinin, tek bir
söz, tek bir fikir uğruna bir adamı çarmıha germeye, ya da onun için çarmıha
gerilmeye hazır olduğu günler çok daha iyiydi. Şimdi her şeye alıştık. Yanaklarımız
alev alev yanmıyor, kalbimiz göğsümüzden çıkacakmış gibi çarpmıyor; bir tür
zehir bütün benliğimizi uyuşturuyor. Ve kendimizi esirgemek ya da feda etmek
için en küçük bir arzu bile duymaksızın; sessizce, nasıl anlatayım, uysalca,
dilsizce acı çekiyor, katlanıyoruz..."
Bütün bunları yaparken, şişinmekten,
azametle gezinmekten ve kendimizi başka türlü göstermekten de geri durmuyoruz.
Ne yazanımız bir pay çıkarıyor kendisine yazdığından, ne okuyanımız, ne
konuşanımız... Belki boş bir hatırlatma ama, yine de ruhumuza telkin etmemiz
gerekenin ne olduğunu bir de İstanbul'dan İskenderiye'ye göç eden Rum
ana-babanın oğlu olan Konstantinos Kavafis (1863) hatırlatsın bize...
"Büyüklükten sakın, ey ruhum. / Ve tutkularına gem vuramıyorsan / Eğer,
hiç değilse ölçüyü kaçırma elden./ Ve ne kadar ilerlersen, / O kadar kuşkulu, o
kadar dikkatli davran"
Ve hayatı böylesi kişilerle birlikte
sürdürmenin ne denli zor, ne denli dayanılmaz olduğunu gördüğü içinde; şiire
dönüyor ve mısralardan medet umuyor:
"Gövdemin ve yüzümün yaşlanması / Korkunç bir hançerin yarası. /Dayanılır
gibi değil. / Sana dönüyorum ey şiir sanatı, / Merhemlerden az çok anlayan, / Düşlerle,
sözcüklerle avutmasını bilen. / Korkunç bir hançerin yarası./ Getir
merhemlerini, ey şiir sanatı, / Hiç değilse bir süre sızıları dindiren.”
"Büyülü bir coğrafyanın çocuklarıyız. Tarihimizi tam bilmez,
masallarla idare ederiz. Ondan dolayı da; kahramanlarımız efsane, liderlerimiz
adeta yarı tanrıdır."
Onlar kendi büyüklenmelerinin eseri
olan davranışlarına bakmadan, başkalarından daha demokratik, daha uygar
hareketler sergilemelerini beklerler. Hiç birimiz kendi kendimizi
sorgulamadığımız gibi; liderlerimiz de kendi kendilerini sorgulamazlar.
Bildikleri ve inandıkları şekilde davranır, bunu da yapılması gerekenin en
doğrusu olarak görürler. Sonuçta onlar da; dayatılmış olayların bir parçasıdırlar.
Dayatılan ve mutlak kabul etmemiz gereken olayların...
"Efsunlaşmış ruhlarımız bizi kurgusal olana bağlar, bedenlerimiz
itaati, dillerimiz demogojiyi sever. Düşlerimizde büyü yapar, gerçeğe karşı
gerçekleşmeyecek olanı tahayyül ederiz. Büyülü bir toplumun çocuklarıyız. Her
konuşanı dinler, taraf oluruz.Her büyüklenene bağlanır mürid oluruz."
Bizi bu bir yanlışlığa sürükleyen; mürid
olunanda ve mürid olanda bulunması gereken özellikleri bilmemek, öğrenmemekte
israr etmektir. Bilgisizliğimiz ve bilgiye sırt dönüşümüz, ölçümüzün olmamasına
yol açtığından, anlatılanlar üzerinde düşünmeyi değil de, yalan yanlış
doğruları kabul etmek daha çok işimize gelir.
"En uzun sakallımızı hoca,
en hafızımızı alim, ( Adam Kur'andan iki ayeti ezbere okuyunca, artık onun
karşısında konuşmak ne kelime, susmak düşer bizlere... Bir işi yapmayla, o işin
ilmine vakıf olmayı karıştırırız. Halbuki; ikisi ayrı şeydir. Hafız olmak ayrı
şeydir, dinin incelikleri hakkında bilgi sahibi olmak ayrı şey. İ.B.) en
anlaşılmazımızı şair, en dipnotlumuzu bilim adamı zannederiz. Nice zalimleri
önder, nice alçakları lider bilmişizdir. İşlerimizi nazar boncuğuna sarar, kapı
üstlerini nalsız bırakmayız. Fikir diye büyülü sözcüklere bağlanır, kurtuluş
diye büyülü yollara düşer dururuz. Sevgi ve nefretimiz dahi büyülüdür." (*)
Oysa kaderimiz bu değildir ve
olmamalıdır. Küçücük düşlerle dünyaya nizâm vermeye kalkışanların bozgunu
hepimizin bozgunu olmamalıdır. "Ve büyüsü bozulanlar öylece ortada
kalmalıdır."
Ve çok iyi bilinmelidir ki; büyü bozumu,
yeni ve büyük bir imtihandır. Bozulmayan ve bozulması istenmeyen büyüler
sebebiyle; kavga ortamı sürekli ayakta tutuluyor ülkemizde... Ve kimsenin de;
taraf olduğu kavgalar hakkında gerçek bilgiye sahip olduğunu sanmıyoruz. Tıpkı;
Avrupanın Aydınlanma Çağına ait şu hikâyede olduğu gibi: "Fransa'da
Dante'ciler ve Dekart'çılar olarak birbiriyle kıyasıya tartışan taraflara bir
şövalye de katılır ve "Dante daha haklıdır." diyerek karşısına çıkan
her 'Dekart'çıyı düellloya davet eder… Bir, üç, beş derken, düellonun birinde
yenilir ve ölümcül bir yara alır. Ölümün eşiğindeyken uşağı şövalyenin kulağına
eğilir ve "Ey efendim, ömrünü Dante uğruna kavgayla geçirdin. Sahiden
Dante, Dekart'tan daha mı haklıydı?" diye sorar. Şövalye son bir gayretle
kendini toparlar ve cevaplar: "Tanrı her ikisini de kahretsin. Ne
birinden, en ötekinden tek satır bile okumamıştım."
İşte
bilinçsiz ve bilgisiz bir kavganın sonu! Toplumsal gerçeklerimizi göz önüne
getirin ve bizimle ilgili yönünü varın siz hesap edin.
(*)
Ahmet ÖZCAN, Şeb-i Yeldâ, Bengisu Yayınları, İst.1997
22.08.2009 04:56:00