Gümüş topuklarını dokundurur kalbimize
Vücut dönmeğe başlar bir tapınağa kurban gibi
Yapılır örtülür uçurumları yakan dualardan
Ten ruhun avuçlarının içinde
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden
Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslâm baharı
Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından
Kevser içir, âbı hayat boşalt kristal bardağından
Susamış ufuklara insan kalbinin ufuklarına”
Türk şiirinin ustalarından Sezai Karakoç; “İnsan ve Oruç” başlıklı şiirinde, ruhumuzu dirilten, rüzgârıyla serinletip, ilhamıyla güzelliklerden, erdemlerden haberdar eden ramazan ayından işte bu mısralarla sözediyor.
Dönüp gelen zamanla birlikte; oruç ayı da döndüğü için, artık yaz ayına, yaşı kırkı aşanların çocukluklarındaki günlere denk gelmeye başladı ramazan yine... Uzun günlerin ve sıcak zamanların el ele tutuştuğu günlerde, orucun sinelerde bıraktığı iz daha derin ve belki de daha anlamlı… Serinliğin ve kısa günlerin epey bir süre uzaklarda kalacağını söyleyerek, bilineni tekrar etmek, biraz sıkıcı olsa da; bu derinliğin ve anlamlılığın boyutunu kuvvetle vurgulamak bakımından belki de bu gerekli… Hele de; hayatlarını güneşin altında çalışarak kazanan ve bu arada; vücutlarını orucun faziletiyle nurlandırmasını bilenler için bu yazdığımız çok daha önemli… Güneşin altında, susuzluktan şerha şerha olmuş dudakları ve açlıktan sırtına yapışmış karınlarıyla, helalinden kazanmaya çalışanların Yaratıcının emrine uyarak gerçekleştirdikleri oruç eylemi; bu mananın derinleşmesine ve daha büyük anlam kazanmasına yol açıyor.
Mahzun gönüllerin sevindirildiği, yoksullara daha fazla el uzatıldığı, mazlum yüreklerden yükselen feryada daha çok kulak verildiği bu ayın, geçmişte yoksulların borç defterlerini kapatıp, sadaka taşlarını doldurarak bir kanaat medeniyeti oluşturanların çocukları olan bizlere güzellikler getirmesi temennisiyle, Sezai Karakoç’un ramazan ayını metheden ve onun yüceliğine kayıt düşen cümleleriyle devam edelim şimdi de…
“Ruhumuzun en tabiî şeyhisin. Her inanmış gönül, senin en tabiî müridindir ey ramazan. Mucize göğününen parlak yıldızlarındansın. Günlerinden ve aylarındansın. Kalbimizi Kâbe'ye döndüren ilâhî pusulasın. İnsanların çoğu için âdeta nesli tükenmiş kadim bir kuşsun. Öyle de olsa. Zümrüdü Anka kadar değerlisin. Geldin. Senibekliyorduk. Hoş geldin. Mutluluk getirdin. Gelişin bir bayramdır. Giderken de bayram bırakarak gidersin. Yalnız bir ayı değil, yılı ve ömrü onaransın. Zamana yakut, cevher özünü veren bir ustasın. Kentleri de ruhlar gibi aydınlatırsın. Toplum ruhunu ruhlarımızın iç kalesi haline getirirsin. Eşsiz, Tanrı bağışı, gözle görünür mucize, toplu tapınmalar yatağı, kurtuluş ırmağı, ruhumuzun hakikata doğru sırlı aynası ramazan, sana selâm. Ve senin bilincine varanlara kutluluk.”
Yaşadığımız şehir Erzurum… Yayla ölçeğinde bir yere kurulmuş bu şehirde, kalabalık yerleşim birimlerindeki kadar olmasa da; yine de son yıllarda; alışkanlıklarımızda, düşüncelerimizde ve hayat tarzımızda meydana gelen değişiklik, bu aya özgü havayı da bozdu ve bazı açılardan geçmişi arar hale getirdi. Şehirden şehre göçün ve şehir içinde muhit değiştirmenin; komşuluğu ortadan kaldırması sonucu, insanlar yeni mahallelerinde ve apartmanlarında birbirlerine yabancılaşarak yaşamaya başladılar. O eski samimiyetin ve birbirinden haberdar olmanın yerine yeni bir şey koyamadığımız için, bu uçurum her gün biraz daha derinleşmektedir. Bu ise; zihnini bu işe yoranları ziyadesiyle üzmekte ve gelecek adına endişeye sevketmektedir. Sözü burada; ramazan ayının kaybettiğimiz güzelliklerine vurgu yapan Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN’e bırakalım ve “Türk Kültüründe Ramazan” başlıklı yazısından bir bölüm sunalım:
“Doğal olarak da ramazan, sosyal ve kültürel farklılıklardan dolayı, milletimiz tarafından diğer Müslüman ülkelerdeki ramazanlardan biraz daha farklı yaşanır. Türk milleti, ramazanı kendine özgü bir hayat tarzı haline getirmiş ve bu ayda tuttuğu orucu, çeşitli kutlamalarla daha rahat yaşanır bir hale getirmiştir. (…) Ramazan orucu, Türk insanının ince zevki ile birleşince, günlük ramazan yaşantımızdan bir gelenek doğmuş; bu gelenek, ekmeğinden yemeğine mutfağımıza; şiirinden nesrine edebiyatımıza; ahlakî yaşantımızdan estetiğimize kadar, kültürümüze çok çeşitli zenginlikler kazandırmış, böylece bir ‘Ramazan Medeniyeti’ doğmuş ve İstanbul, Türkiye’mizin tüm vilayetlerindeki ramazan kutlamalarının adeta geniş bir yansıması haline gelmiştir.” (Bu arada; son yıllarda her ne kadar değişikliğe uğrasa da, yine de Erzurum’daki ramazanın diğer yerlerdekinden daha farklı geçtiğini, hayatlarının belli dönemlerinde buraya yolu düşenler ya da bu şehirde yaşayanlar iyi bilirler. Teravih namazının sonunda kendine has bir makamla okunan, halk arasında adı “işfelena” diye geçen bölüm, bu farklılıklardan biridir. Prof.Dr.Hüseyin Elmalı hocamız, eski Erzurum ramazanlarını anlattığı yazısında bunu şöyle açıklar: "İşfa' Ienâ yevme'l- 'arâsâti ve'l- mîzân, İrham bi fazlike yâ Rabbe'l-alemin, limen kale min abîdike âmin" (Arasat ve mizan günü bize şefaat nasib eyle. Ey alemlerin Rabbi, "âmîn" diyen kullarına lütfunla merhamet et)
Ramazan; her yıl olduğu gibi bu yılda, yüreklerimizi yumuşatmaya, manevi havasıyla hayatımızı aydınlatmaya ve yoksullarla, düşkünlerle, mazlumlarla aramızda maddi ve manevi bağlar oluşturmaya, gönül köprüleri kurmaya devam ediyor. Açlığın ne olduğunu daha iyi anladığımız ve dünyamızda açlık yaşayan ve gerektiği gibi beslenemeyen milyonlarca insan üzerinde daha dikkatle düşündüğümüz bir zaman dilimi ramazan… Ve bu aya ulaşıp, oruç tutan herkes rahat ve huzur içinde değil tabii ki… İslâm coğrafyasının çoğunun gözü yaşlı! Buralardaki çocukların çoğu savaşın içinde doğup, savaşın içinde büyüyorlar ve hatta büyümeden ölüyorlar. Geri kalmışlıkla, yoksullukla, bilgisizlikle, sel ve deprem felaketleriyle boğuşuyorlar bütün doğu toplumları! Ama onlar bütün bu imkânsızlıklara, bütün bu yoksulluklarına rağmen, kendilerince ramazanı yaşamaya çalışıyorlar. Yazar Rıdvan Canım’ın cümleriyle; “Filistin’e, Çeçenistan'a, Abhazya'ya, Osetya’ya, Irak'a, Bosna'ya, Kosova'ya, Pakistan'a ve Afganistan'a da geliyor.. Onlar da oruç tutacaklar.. Hep oruçlu olsalar bile.. Onlar da harap olmuş camilerinde, toz toprak içinde teravih namazlarına koşacaklar.. Afgan çocukları, ramazan akşamlarında sokaklara çıkacaklar belki, korkudan sokaklara çıkacak halleri kaldıysa elbette… Bizler iftar sofralarında onları ne kadar hatırlayabileceğiz.. Yediğimiz nimetler, onları hatırladığımızda boğazlarımıza düğümlenecek mi dersiniz? Uykularımızı bölüp gece yarılarında sıcak yataklarımızdan kalkabilecek miyiz? Bizden uzaklarda milyonlarca insanın hiç yatmadığını, hiç uyumadığını, dağlarda, mağaralarda, yollarda aç ve bî-ilaç, perişan, korkular içinde ramazanı karşıladıklarını aklımıza getirebilecek miyiz? Onlar için ne yapabileceğiz… Sadece onlar adına üzülmekle mi yetineceğiz, yoksa bir şeyler yapabilmenin rüyasıyla mı yatıp kalkacağız.. Ne yapacağız, ne yapabileceğiz..”
“Ne yapacağız, ne yapabileceğiz ya da ne yapmaktayız?” sorularını zihnimizde muhafaza edip, gereğini yapmaya çalışırken, nerdeyse yarısına yaklaştığımız ramazan ayının evlerinizi bereket, huzur ve mutlulukla, gönüllerimizi sevgiyle, merhametle doldurmasını dileyelim ve cümlelerimize Faruk Nafiz Çamlıbel’in;zamanı, mekânı ve bedenleri dönüştüren bu aydan beklediğini şiirleştirdiği duasıyla son verelim:
“Alnımız secdede bulsun bizi her lahza ezan
Ve hazin ömrümüzün her günü olsun Ramazan'
Zikrimiz Arş'-ı geçip fecre kadar yükselsin
Mâveralardan ümîd ettiğimiz ses gelsin”